0

SAİT FAİK BELGESELİNE DAİR: “BENDEN HİKÂYESİ”

“Benden Hikayesi” adını taşıyan Sait Faik belgeselini sinemada seyrettim. Öncelikle belgeselin ismi oldukça manidardı ve “ilk cümlesinden ruhuma od düşüren kitaplar” gibi ilgimi çekiverdi. Hani “Son Kuşlar”ın muhteşem finalinde Sait Faik bugünleri görmüş gibi,

 “Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremiyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremiyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.

Der ya, işte belgesel de ismini bu son cümleden alıyor: “Benden Hikayesi” Hemen seanslarına baktım ve filmi izlemek için sinema salonuna koştum. Şimdi sizlere bu tadı damağımda kalan belgeseli elimden geldiğince anlatmaya gayret edeceğim. Anlatmak aynadaki akis elbette, siz gidin ve izleyin muhakkak, ama benim izlenimlerimi de okumayı ihmal etmeyin😊

Belgeselde Sait Faik’i Mert Er oynuyor, oyuncunun Sait Faik’e benzerliği dikkat çekici. Belgesel, Sait Faik’in  bir tepede kuşları kafesinden çıkarıp özgür bırakmasıyla açılıyor. Ardından bir kır kahvesinde görüyoruz Sait’i ve fondaki ses “Haritada Bir Nokta”nın  o çok sevdiğimiz  cümlelerini seslendiriyor:

 “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

Bu cümlelerle hazırlandığımız Sait Faik’in hayat hikayesine, Adapazarı’nda Sait Faik parkında devam ediyoruz. 1906 yılında Adapazarı’nda dünyaya gelen hikayecinin “Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi” başlıklı yazısından alınarak seslendirilen şu satırlar, insanoğlunun  yalnızlığa yazgılı olduğunu iki paragrafta en derin şekilde hissettiriyor:

Milyonluk şehirlerde de yaşasa, insanoğlunun içinde yalnızlık, kendi içine çekilme, sinme günleri doludur. Bitişik doğmadığımıza göre içimizdeki sevinçleri, kederleri başkalarıyla her an paylaşmamıza imkan mı vardır? En yakınlarımızdan bile bucak bucak kaçtığımız, derdimizi kimselere söyleyemediğimiz günlerimiz olmaz mı?

Karı koca, ana oğul, kardeş, baba, hep ayrı ayrı kederlenmez, üzülmezler mi? Müşterek kederler, müşterek sevinçler ne kadar azdır. Kendi kendimiz kadar kim paylaşır derdimizi? Gün olur dost, sevgili, arkadaş, baba, ana oğul, kardeş hep elimizi bırakıverir. Hem yapayalnız doğup kendi başımıza ölmüyor muyuz?”

1913-1916 yılları arasında Sait’in anne ve babası bir süre ayrı yaşamışlardır. Annesi Makbule Hanım, babasının akrabalarından Hacı Numan Bey’in hanımı Mürüvvet Hanım’la beraber kalır. Sait Faik ise babasının evinde babaannesi ve dedesi ile yaşar; annesini ancak haftada bir gün görür. Henüz ilkokul çağındayken anneden bu ayrılış, onun daha sonraki yıllarda annesine aşırı düşkün bir insan olmasına neden olacaktır.

Ayrılık sonrası tekrar bir araya gelen aile, 1924 yılında  İstanbul’a göç eder. Şehzadebaşı Bozdoğan Kemeri, Kirazlımescit Caddesi No:7’deki evlerine taşınırlar. Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesi’ne kaydolur. Evlerinin arkasındaki türbede yatan ölülerin kocaman kavukları, servi ağaçlarına tırmanan çocuklar, Kirazlı Mescit sokağı gibi detaylar hikayesine hep bu yılların yadigarıdır.

1925 yılında Sait Faik “iğne olayı” nedeniyle İstanbul Erkek Lisesi’nden atılır ve öğrenimine Bursa Erkek Lisesi’nde devam eder. İlk öyküsü olan “İpekli Mendil”i edebiyat hocası Mümtaz Bey’in verdiği ödev üzerine yazar. Mümtaz Bey, hikayeyi değerlendirirken Sait Faik’in üslubunu dağınık bulmuştur. Bu dağınıklık ömür boyu onun hayatının bir parçası olur ama belki de Sait Faik’i Sait Faik yapan da tam da bu dağınıklıktır aslında.

1928 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümüne üç sömestir devam eden Sait Faik, vaktinin çoğunu okuldan çok Beyoğlu’nda geçirdiği için başarılı olamaz. Maddi durumu iyi olan babası onu 1930 yılında eğitim alması için İsviçre Lozan’a gönderir. Ancak Sait Faik burayı hiç sevmez ve oradan Fransa’nın Grenoble şehrine geçerek burada Edebiyat Fakültesi’ne devam eder. Ancak Fransa’da kaldığı üç buçuk yıl zarfında da okulla pek alakası olmaz, daha çok Fransa’nın edebi muhitini tanımak peşindedir ve avare şekilde gezerek geçer bu yıllar da. Sonrasında Sait Faik Orta Avrupa ve Tuna nehri üzerinden Türkiye’ye döner.

Döndüğünde babası ona, bir ortakla birlikte kuru fasulye ticareti yapmak üzere bir zahire dükkanı açar. Sait Faik’in bu yıllara dair anlattıklarına göre; üst katta bir depo vardır ve fasulyeler orada depolanmaktadır. Sait Faik, ortağına ne zaman fasulyeleri sorsa adam fasulyelerin satılamamasından dert yanmaktadır. Ancak bir gün Sait, tesadüfen yukarıdaki depodaki çuvallarda ceviz olduğunu fark eder. Bu durumu babasına anlatan Sait Faik, babasının uyarısıyla kandırıldıklarını fark eder. Ortağı bütün fasulyeleri satmış, onların yerine de başkalarının cevizlerini depolamıştır.  Ortak, o günden sonra satılan fasulyelerin parasını da alarak sırra kadem basar. Bu tecrübe sonrasında anlaşılır ki Sait Faik bu işlerin adamı değildir. Yazıları dergilerde yayımlanmaktadır ancak bu yazılardan henüz bir gelir elde edememektedir.

download

Belgeselde Sait Faik’i tanıyan kişilerin tanıklıklarına da yer verilmiştir. Ara Güler, onun en meşhur fotoğraflarından birini çekmiş onu yakından tanımış bir isim olarak Sait Faik’i anlatır.

Sait Faik’in bakkalı Orhan Tuncer de Sait Faik’i yakından tanıyan isimlerden biridir. Sait Faik, ondan sık sık alışveriş yapmaktadır, aralarında bir dostluk kurulmuştur.  Bir gün Orhan Tuncer tesadüfen Sait Faik’in kitabının çıktığını öğrenir ve “Kitabın çıktı madem neden haber vermiyorsun” diye Sait’e sitem eder. Bunun üzerine Sait Faik ona kitabını verebileceğini, ama kitap bedeli olarak bir lira vermesi gerektiğini söyler. Orhan Bey bir lirayı verir. Sait Faik koşa koşa evden “Şimdi Sevişme Vakti” adlı kitabını getirir ve imzalar. Kitabını “Burgazada’nın ve dünyanın kitaba para veren ilk bakkalı Orhancığıma” şeklinde imzalayan Sait Faik, para istemesinin nedenini de açıklar: O güne kadar yazdıklarından hiç para kazanamamıştır ve Orhan Bey’den aldığı bu para ile kitaptan para kazanma zevkini tatmak istemiştir.

Sait Faik, yazdıklarından para kazanmadığı halde yazmaya devam eder. Bir gün Rıfat Ilgaz, Sait Faik’in Burgazada’daki evine gelerek bir yazısını ister. Sait vermek istemez. Rıfat Ilgaz da otuz beş lira nakit para çıkarır ve yazısını tekrar ister. Bunun üzerine Sait Faik “Sen o parayı cebine koy, birazdan sofraya oturduğumuzda çıkar ver.” Diyerek parayı iade eder. Annesinin gözü önünde hadise tekrar cereyan eder. Sait Faik’in bunu istemesinin nedeni, annesinin onun boş gezen bir serseri olmadığını, yazdıklarından para kazandığını görmesini istemesidir.

Sait Faik’in bakkalı Orhan Tuncer’in anlattığına göre bir gün Sait Faik, bakkal dükkanına neşe içinde gelir. Orhan Bey, ondaki bu neşenin sebebini merak edip sorar. Sait Faik, Beyoğlu’ndaki dükkanlardan birine girmek istemiş, kapıcı onu “balıkçılar giremez” diye almamıştır. Sait Faik, balıkçıya benzetildiği için çok mutlu olmuştur. Normal şartlar altında bir yazarın böyle bir durumdan mutlu olması beklenemez ama Sait Faik kendini o kadar halktan biri gibi hisseder ki böyle bir durum onu mutlu etmeye yeter. Burgazada’da onu yakından tanımış Yılmaz Kaptan da röportajında, Sait Faik’in yazar olduğunu önceleri bilmediğini, sonradan öğrendiğini ifade eder ki bu durum aynı zamanda Sait Faik’in mütevazı kişiliği hakkında da ipuçları verir.

Ara Güler, Sait Faik’in en güzel anlarını fotoğraflamış  önemli bir figürdür Sait Faik’in hayatında. Sait Faik, Mark Twain ödülünü aldığında da fotoğrafını çekmesi için önce onun yanına gelmiştir. Sait Faik hastalığı sebebiyle hastaneye yatırıldığında yakın dostu Ara Güler ziyaretine gelir. Sait Faik onu  “Ulan geberiyorum diye resmimi çekmeye geldin di mi?” diye karşılar ki bu şaka bile onların aralarındaki derin dostluğu ve samimiyeti göstermeye yeter de artar bile.

Sait Faik, siroz sebebiyle bıraktığı içkiye hayatının son yıllarında tekrar başlar, bu da onun sonunu hazırlar. İçkiye başladıktan sonra altı ay yaşar usta hikayeci,  1954 yılında da hayata gözlerini yumar.  Onun “Çarşıya İnemem” adlı hikayesi, ömrünün son günlerinde yasaklar sebebiyle yaşadığı iç sıkıntısını öyle güzel anlatır ki…

“Ah bu yasaklar! Kendi kendimize, başkasının bize, bizim başkalarına, devletin tebaasına, tebaanın devletine, belediyenin hemşerisine, hemşerinin belediyeye koyduğu, koyacağı yasaklar!..

Yasaklarla çevrili bu dünyada yaşayamasak yasaksız yaşayamazdık. Halbuki hayvanlar, hele ehlileri yasaksız ne güzel yaşıyorlar. Hafif, cilve gibi, o da boğaaz derdinden olan zırıltılardan başka, gel keyfim, gel, yaşamıyorlar mı? Yasakları kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvandır da diyebiliriz. Mikroplar bile birer yasak değil mi? Aşklar yasaktır. Gün olur, sular, yemişler bile yasaktır.  İnsanlar birbirine yasaktır.

Canım çekiyor diye öpemem seni güzel çocuk! Canım çekiyor diye giremem sana deniz, göğsüm zayıftır; doktor yasağı. Canım çekiyor diye içemem, körkütük oluncaya, aklı boğuncaya kadar; karaciğer yasağı. Canım çekiyor diye bir vapura binip Haydarpaşa’ya, oradan tabana kuvvet Van’a kadar gidemem. Yollarda geberirim..

Sait Faik Belgeseli’ne emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. Belgeselden benim aynama yansıyanlar bunlar oldu. Benden hikayesi…

“BENDEN HİKAYESİ” BELGESELİNE EMEĞİ GEÇENLER:

Yönetmen ve senaryo yazarı: ONUR BARIŞ

Müzikler: ALİ OSMAN ÇINAR

Yapımcı: LEVENT CENGİZHAN

Görüntü Yönetmeni: HİKMET MERDAN

Sanat Yönetmeni: İBRAHİM CAN

Yönetmen Yardımcısı: MERVE AZADE BARIŞ

Ses Tasarımcısı: LEVENT AYDOĞAN

https://www.instagram.com/bendenhikayesifilm/

 

BURGAZADA SAİT FAİK MÜZESİ’Nİ ANLATTIĞIM YAZIMI OKUMAK İSTERSENİZ:

BURGAZADA VE SAİT FAİK MÜZESİ’NE DAİR BİR “GÜZELLİKLERİ KEŞİF” YAZISI

 

 

1

JON KRAKAUER’İN “YABANA DOĞRU/INTO THE WILD”ROMANINA DAİR: MEDENİYETE KARŞI SAVAŞAN ÖZGÜR RUHLU BİR DONKİŞOT’UN HİKAYESİ

İki yıldır dünyayı dolaşıyor. Telefon yok, havuz  yok, evcil hayvan yok, sigara yok. En üst düzeyde özgürlük. Aşırı uçlarda birisi. Evi yollar olan güzellik düşkünü bir gezgin. Bir daha geri dönmemek üzere Atlanta’dan kaçtı, çünkü ‘Batı en iyisi’. Ve şimdi iki başıboş yılın ardından, son ve en büyük macera geldi çattı. İçindeki sahte benliği öldürmek ve ruhsal devrimini zaferle sonuçlandırmak için son çarpışması. Yük trenlerinde ve otostopla on gün on gece süren yolculuğu onu Kuzey’in görkemli beyazlığına getirdi. Yakasını kurtardığı medeniyet onu daha fazla zehirleyemeyecek. Artık yabanda yitmek için yürüyor.” (s.196)

Son Hudut’un (Alaska) muazzam genişlikteki, dokunulmamış topraklarının hayatlarındaki tüm boşlukları kapatacağını düşünen insanlar kendilerini burada bulmuştur. Fakat Alaska toprakları merhametsizdir, ne umutları ne de özlemleri umursar.“(s.10)

Jon Krakauer’in Yabana Doğru adlı romanını kitaplar konusundaki zevkine çok güvendiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine okudum. Romanı okumamı tavsiye eden arkadaşım öncelikle kitaptan uyarlanan filmi izlememi (Into the Wild) daha sonra kitabı okumamı önerdiğinde öncelikle bu tavsiyeye bir anlam veremedim. Ancak tavsiyeye uyup filmi izlediğimde kelimenin tam anlamıyla büyülendim ve aynı gün kitabı alıp okumaya başladım. Öyle ya filmi bu kadar muhteşem olan bir eserin kitabı kim bilir nasıl dopdoluydu? Büyük bir beklentiyle kitabı okumaya başladım ancak arkadaşımın daha önce ifade ettiği gibi kitap sondan başlıyordu ve bu durum en baştan sonunu bilerek okumanıza, dolayısıyla heyecanın yitirilmesine neden oluyordu oysa film kronolojikti ve sonuna kadar merak ve heyecan içinde izlenebiliyordu.

Okumaya devam et