LAURA ESQUIVEL’İN “ACI ÇİKOLATA” ROMANINA DAİR: İÇİMİZDEKİ KİBRİT ÇÖPLERİ

Sizlere iyi bir profiterol yapmanın sırlarını aşama aşama açıklayabilirim. Çikolata yaparken ürünün parlak görünmesi için temperlemenin ne kadar önemli olduğundan bahsedebilirim. Ya da pandispanyanızın iyi kabarıp çökmemesi için biraz nişasta eklemeniz gerektiğini söyleyebilirim. Ayva tatlısına kırmızı rengi hibiskusla, o nefis rayihayı da kabuk tarçın ve karanfille verebileceğinizi detaylarıyla anlatabilirim. Zira mutfak sanatı da edebiyat gibi ilgi alanlarımdan biri. Laura Esquivel’in “Acı Çikolata” adlı romanını okuyuncaya kadar kendimi bu anlamda yalnız sayıyor, bu ilgimi utanılacak bir şeymiş gibi kendime saklıyordum, ancak mutfak sanatıyla edebiyat sanatını bu kadar kusursuzca bir araya getiren bu romanı okuyunca fikrim değişti.

“Acı Çikolata” romanı on iki aya ayrılmış. Her aya bir tarif şeklinde yazılan romanın her bölümünün girişinde de ürünün yapılışı anlatılıyor. Böylelikle roman tam on iki bölümden -on iki tariften- oluşuyor. Romanın adının yazılı olduğu ilk sayfanın altında “İçinde yemek tarifleri, aşk öyküleri ve kocakarı ilaçları bulunan roman” şeklinde tanımlayıcı bir alt başlık olsa da “Acı Çikolata” bir yemek kitabı değil, içinde de özel yemek /tatlı tarifleri yok:(

Çok roman okudum ama yemek tarifleriyle bir hikayeyi bu derece güzel harmanlayanına daha önce denk gelmemiştim. Mutfağa girmeyi seven ve ufak tefek de olsa bu işin eğitimlerine de amatör olarak da olsa emek vermiş biri olarak edebiyat ve özel lezzetlerin bu şekilde harmanlanmasına bayıldım. Kitabın hikayesi ne derseniz, kısaca; esas oğlanın (Pedro) geleneklerden dolayı kavuşamadığı esas kıza (Tita) yakın olmak için sevgilisinin kız kardeşiyle evlenmesiyle başlayan olaylar dizisi diyebiliriz. Arka fondaki Meksika devrimi ve devrime yapılan minik atıflar da kitabı sadece roman olmak çıkartıp içinden çıktığı toplumun meselelerine duyarlı bir metin haline getiriyor. Büyülü gerçekçi unsurların da ustalıkla eklendiği roman her anlamda tadından yenmiyor:) Filmi de var, ama romanı okumayınca bazı detaylar tam anlaşılmıyor.

Romanda benzetmeler de yemekler üzerinden yapılıyor. “Büyük bir ziyafetten sonra servis tabağında unutulup,tek başına bırakılmış, ceviz soslu biber dolması bile bu kadar yalnız olamazdı.” Cümlesindeki özgünlüğe bakar mısınız? Yalnızlık ve biber dolması:) Yalnızlık ancak bu kadar vurucu anlatılabilirdi.

Romanın on iki ay ve on iki tariften oluştuğunu başta söylemiştik. Bu on iki tarifin on biri yemek ya da tatlı tarifiyken sadece bir tanesi kibrit yapımını anlatıyor. Evet yanlış duymadınız bildiğimiz kibrit. “Kibrit eczası” adını taşıyan bu bölümde bir kibrit çöpünün nasıl yapıldığı detaylarıyla anlatılıyor. Benim de başlığımda kullandığım ve bence romanın en vurucu bölümlerinden biri olan bu kısımda aslında yazar kibrit çöpleri metaforuyla bambaşka bir şey anlatıyor bizlere. Şöyle diyor yazarımız:

“Büyükannemin ilginç bir teorisi vardı. Hepimiz, içimizde bir kutu kibritle doğarız. Ama tek başımıza bunu yakamayız. Deneyde görüldüğü gibi oksijene ve mum alevine ihtiyacımız vardır. Örneğin, oksijen sevdiğimiz insanın nefesinden gelebilir. Mum aleviyse güzel bir yemek, müzik, okşamalar ya da güzel sözlerdir. Bunlardan biri parlamaya neden olur ve içimizdeki kibritlerden birini yakar. Bir an yoğun bir heyecan hissederiz. İçimize çok hoş bir sıcaklık yayılır. Bu sıcaklık zamanla yavaş yavaş yok olur. Sonra yeni bir parlama olur ve içimizde bir kibrit daha yanar. Bu duyguyu yaşamak isteyen herkes, kendi içindeki patlayıcıları keşfetmek zorundadır. Bunlar yanarak ruhumuzun beslenmesine yardımcı olur. Yani başka türlü söylersek, bu yanma ruhumuza enerji verir. Bir kişi eğer kendi tutuşturucularını zaman içinde keşfedemezse, içindeki kibritler nemlenir, hiçbir şekilde yanmaz olur. O zaman ruhumuz bedenimizi terk eder. Karanlıkların içinde el yordamıyla boş yere kendisine besin arar. (s. 110-111)

download

Çok vurucu cidden. İnsanın “yaşadım” diyebilmesi için içindeki kibrit çöplerini tutuşturan her neyse onun farkında olması gerekiyor. Aklıma Nazım Hikmet’in  “Tahir’le Zühre Meselesi” şiiri geliyor. Bana göre bu şiir sadece kadın erkek arasındaki bir aşkı anlatmıyor, tutkuyla yaşamayı ve yerine göre o tutku uğrunda ölebilmeyi de anlatıyor. Şiiri hepiniz biliyorsunuz tekrar etmeyeceğim ama “Mesela bir barikatta dövüşerek / mesela kuzey kutbunu keşfe giderken / mesela denerken damarlarında bir serumu / ölmek ayıp olur mu?” mısraları şiirin anlatmak istediği her şeyi içinde topluyor aslında. Şairin saydığı tüm bu işleri yaparken ölmek ayıp olmaz elbette, zira o hayat bir tutkuyla yaşanmıştır ve o hayatı yaşayan insan, içindeki tüm kibrit çöplerini tutuşturmuştur. İşte o zaman ölmek de yaşamak kadar anlamlıdır.  (Nazım Hikmet bu şiirde “mesela denerken damarlarımda bir serumu” dizesiyle 1928 yılında kendi üzerinde denediği bir serum -verem için bir ilaç geliştirmeye çalışırken- yüzünden hayata gözlerini yuman Aleksandr Bogdanov’a atıfta bulunmuştur.)
Şair, yürekten yaşamayı ya da yüreğinin farkında olarak yaşamayı “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da / hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil /bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte/ yani yürekte” mısralarıyla veciz şekilde ifade ederek son noktayı koyar O yürekle yaşamasını bilen gerçekten yaşamıştır ve iz de bırakır, gerisi laf ü güzaf. İçinizdeki kibrit çöplerinin farkında olarak yaşamanız dileğiyle…

Yorum bırakın