TANPINAR’IN “HUZUR” ROMANINA DAİR:“BİR ŞAİRİN ROMANI HUZUR”U OKUMAK

download“Yaşamak değil beni bu telaş öldürecek” demesi gibi şairin, bitmek tükenmek bilmeyen bir koşuşturma içinde yaşıyoruz, ya da yaşadığımızı sanıyoruz. Bu telaş içinde kitaplar çok zaman sığınağımız oluyor. Ruhu ruhumuza eş bir yazar bulduk mu sahipleniveriyoruz. “O da benim gibi yaşamış, o da benim gibi savrulmuş, onun da kırgınlıkları, dargınlıkları, bekleyişleri, hayal kırıklıkları olmuş, o da benim meşrebimdenmiş.” deyip tutunuveriyoruz sevdiğimiz yazarın eteklerine. Bazen ruh öyle yoruluyor ki bu tutunmalar da yoruyor ruhumuzu, içimize çekiliyoruz, okuyamaz yazamaz hatta konuşamaz oluyoruz, sessizce yüzünü güneşe dönen bir menekşeden farkımız kalmıyor. Benim bütün bu halleri yaşarken icat ettiğim bir yöntem var. Böyle zamanlarda kendimi iyi bildiğim yazarlara ve kitaplara teslim ediyorum. Belki ondan sebep defalarca okuduğum kitaplar vardır kitaplığımda. Çalıkuşu’nu dört kez okudum mesela, Aytmatov kitaplarını saymıyorum bile, her biri en az iki kez okunmuştur. Bu defa da üslubunu çok sevdiğim bir yazarda dinlenmeyi denedim. İyi ki de denemişim. Mehmet Kaplan “Huzur” için yazdığı o detaylı makalesinin başlığını “Bir Şairin Romanı Huzur” olarak  belirlerken ne  kadar da isabetli bir seçim yapmış. Kelimenin tam manasıyla (Tanpınar olsa “manasıyle” derdi😊) büyülendim ve iyi ki Tanpınar benim ana dilimde yazmış diye de büyük bir gurur duydum. Bu okuyuşumda bir kez daha anladım ki Tanpınar Türk edebiyatının en üslup sahibi yazarlarından biri. Mehmet Kaplan çok haklı, bir şiir okur gibi okudum romanı. Bazı cümleleri döndüm tekrar tekrar okudum keyif almak için. Edebî haz istiyorsak Tanpınar’a dönmeliyiz yeniden ve Huzur’u mutlaka okumalıyız ve dahası anlamalıyız.

“Tehlikeli Oyunlar”ın tiyatrosu için yazı yazarken tiyatronun tanıtım sayfasında eserin sahnelenme fikrinin nasıl ortaya çıktığı anlatılıyordu. Orada dikkatimi çeken bir detay vardı. Celal Mordeniz, Tehlikeli Oyunlar’ı sahneleme fikrinin sesli roman okuma çalışmalarının sonucunda ortaya çıktığından bahsediyordu. “Tehlikeli Oyunlar’ı kampta okumayı önerdiğimde aklımda sahneleme düşüncesi yoktu, ancak romanı duymaya başladığımda çalışma arkadaşlarıma böyle bir öneri yapmaya karar verdim.” diyordu. Bu yazıyı okuduğumdan beri benim de aklımda böyle bir fikir oluştu. Bazı romanları okurken “Bu kitap sesli okunsa ne güzel olur.” diyorum. Derste öğrencilerime hikaye okurken  yaşayarak yapılan bir sesli okumanın onlar üzerinde ne kadar etkili olduğunu görmüş bir hoca olarak bir süredir okuduğum kitapları da “sesli okumaya müsait olanlar ve olmayanlar” olarak kategorize etmeye başladım. “Sevgili Arsız Ölüm”den bazı cümleleri okurken de bu kitabın sesli okumaya çok uygun olduğunu düşünmüştüm. “Huzur”u okurken ise bu fikrim zirveye çıktı. “Huzur” kesinlikle bir araya gelinip sesli okunup tartışılması gereken bir kitap. İçten okuma bir lezzet veriyor ama sesli okuma bu lezzeti birkaç katına çıkaracaktır. Daldan dala atladım, Huzur’dan bahsederken söz döndü dolaştı nerelere geldi. Neyse, ben artık biraz da okuma zevkinizi kaçırmayacak şekilde romandan bahsedeyim.

Berna Moran’ın o çok kapsamlı makalesinde “huzursuzluğun romanı” olarak nitelendirdiği roman; görünüşte bir aşk hikayesi olsa ve yazarı da bu romanı “Bu, dünyanın en basit, âdeta bir cebir muadelesini hatırlatacak kadar basit bir aşk hikâyesidir.”(s. 73)diye nitelendirse de roman temelde, ne tam doğulu ne tam batılı olmayı başarabilmiş, arafta kalmış Türk aydınının trajedisinin romanıdır. Nitekim Tanpınar bu durumu şu cümlelerle çok güzel anlatır:

“Biz şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu;, Dede’ yi Wagner olmadığı için, Yunus’ u Verlaine, Baki’ yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’ nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en giyinmiş milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz.”(s. 252)

“Debussy’yi Wagner’ i sevmek ve Mahur Beste’ yi yaşamak, bu bizim talihimizdi.”(s. 140)

“Birisinde Memling’le, öbüründe Şeyh Galib’le berabersin… Bu Mümtaz’ın bitmeyen şarkısıydı.”(s.169)

“Fakat bir mesele var yine. Okuduklarımızla rahat değiliz. (…) Mesele okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okuduğumuz zaman hayatın hâşiyesinde dolaştığımızı biliyoruz. Garplı bizi ancak dünya vatandaşı olduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hulâsa, çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Mesele burada. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz.” (s. 91)

Genel olarak romanın kurgusuna baktığımızda eser; yaz sonuna doğru, İkinci Dünya Savaşı’nın ilanından aşağı yukarı bir gün önce başlar, yirmi dört saat sonra savaşın ilan edilmesiyle sona erer. İkinci ve üçüncü bölümlerde geriye dönüş tekniğiyle aynı zamanda romanın merkezini de teşkil eden Nuran-Mümtaz aşkı anlatılır. Romanın dördüncü ve son bölümünde tekrar hal-i hazıra dönülür.

Eserde iki bölüm boyunca anlatılan Nuran-Mümtaz aşkı pek çok kültürel detayı ve en önemlisi İstanbul’u ve bizim öz mûsikîmizi kendisine fon yaparak öyle büyüleyici şekilde anlatılır ki bu bölümde Tanpınar’ın dehası karşısında hayranlık duymanız kaçınılmaz olur. Kahramanlarının aşkını İstanbul tutkusu ile birleştiren ve onlara ‘Birbirimizi mi, yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?” dedirten Tanpınar, mekan ve karakter tasvirinde öyle derinleşir ki her cümlesiyle mevcut hayatımızın tekdüzeliğine karşın hayatın güzelliğinin detaylarda saklı olduğunu haykırır adeta. Nuran’ın tebessümünün anlatıldığı şu satırlar hayretimizi zirveye çıkarır ve biz görürüz ki tebessüm sadece bir tebessümden ibaret değildir!

“Mümtaz, sevdiği ve tanıdığı kadını tanınmıyacak kadar güzelleştiren, taşıdığı mesafelerde onu ufkuna yabancı bir aydınlık yapan bu tebessümün, ona adeta her çizgisi asırların muhayyilesiyle bulunmuş ve yapılmış bir sanem edası veren bu sükûnetin nasıl en son ve çaresiz anlarda hazırlandığını ve genç kadının bu zoraki tebessümün ve sükûnetin arkasına nasıl parça parça sığındığını, oradan içi kanaya kanaya etrafa ve kendi hayatlarına, çok güç bir uyanışın perişanlığıyla nasıl baktığını pek iyi bilirdi.”(s. 61)

“Genç kadın hep o sessiz gülüşü ile onu dinliyordu. Çok garip bir dikkati vardı. Âdeta gözlerinde yaşıyordu. Nasıl gün dediğimiz şeyi, güneşin hareketi idare ediyorsa, onu da gözlerinin parıltısı idare ediyordu.” (s. 78)

Yine Tanpınar’ın Nuran’ı anlattığı şu satırlar güzellik kavramına yepyeni bir tanım getirecek cinstendir:

“Mümtaz, genç kadının güzel ve biçimli büstünü, beyaz bir rüyayı andıran yüzünü daha evvelden beğenmişti. Konuşur konuşmaz bu İstanbulludur, diye düşünmüş, ‘İnsan alıştığı yerden vazgeçemiyor, ama bazen Boğaz sıkıcı oluyor’ dediği zaman kim olduğunu anlamıştı. Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartının tıpkı tıpkısına Nuran’ a benzemek, Türkçe’ yi onun gibi teganni edercesine konuşmak, karşısındakine onun gözlerinin ısrariyle bakmak, kendisine hitap edildiği zaman kumral başını onun gibi sallayarak konuşana dönmek, elleriyle aynı jestleri yapmak, konuşurken bir müddet sonra kendi cesaretine şaşırarak öyle kızarma, hiçbir özentisiz, telaşsız, büyük ve geniş, suları, dibi görünecek kadar berrak, bir nehir gibi hayatın ortasında hep kendi kendisi olarak sâkin, besleyici akmak olduğunu o gün değilse bile, o haftalar icinde öğrendi.” (s. 75)

Biliyorum “Huzur” romanı için ne söylesem eksik kalacak ve benim kırık dökük satırlarım böylesi bir romanı yeterince anlatamayacak. Bu sebeple uzun yazılar yazıp okuyucunun sabrını da zorlamamak adına burada susmayı tercih ediyorum.  Ben susarken yazımı, güneşin içimizi ısıttığı, ruhumuzu aydınlattığı nice güzel günlere dileğiyle Tanpınar’ın güneş güzellemesi ile bitirmek istiyorum:

“Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkânı bir masal gibi anlatıyor. Sanki ‘bana inan, ben bir mucizenin kaynağıyım, herşey elimden gelir; toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olamaz. Ben şarabın neşesi ve balın tadıyım.’ diyordu. ” (s. 30)

ALTI ÇİZİLİ SATIRLARIM

“Huzur” romanının kilit sorusu!

“Onun için ara sıra kendisine sorardı: ‘Birbirimizi mi, yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?'(…)Nuran (Mümtaz’ın) hayatına birdenbire gelişiyle kendisinde öteden beri mevcut olan, ruhunun büyük bir tarafını yapan şeyleri aydınlattığı, adeta kendisini kabule hazır şeylerin arasında saltanatını kurduğu için, artık ne Istanbul’u, ne Boğaz’ı, ne eski musikîyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmağa imkan bulurdu.”

“Sevdikleri yerlere ayrı ayrı adlar takıyorlardı. Küçük Çamlıca’daki kahve onlar için Derûnidil idi. Çünkü Mümtaz orada Nuran’dan Tab’î Mustafa Efendi’nin Bayâtî’den Aksak semâisini, o ‘Çıkmaz derûn-i dilden efendim muhabbetim’ diye başlayan adeta ölümden öteye uzanan hatırlamalarla dolu parçayı dinlemişti. ” (s. 167)

“Bahar gelir seher ile/ Çiçek açmış bahar ile / Herkes kavuşmuş yar ile -İşte bunu sevmeliyiz. İhsan hakikaten mesuttu. Bütün hakikatler burada, bu engin ummanda. Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak o kadar mesut olacağız. Biz bu türkülerin milletiyiz.”(s.303)

menekşe:)

“Nuran gülü seviyordu. Hele Hollanda yıldızı denilen kadife güllerine çıldırıyordu. O başlı başına bir saltanattı. ‘Elbisem çok eski olsun…Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin.’ Sonra krizantemlere sıra geliyordu. Laleyi fazla üslûp buluyor, buna mukabil menekşeye bayılıyordu. Mümtaz ona Fuad Paşa’ nın yalısında bir menekşelik bulunduğunu söylediği zaman, bu Tanzimat vezirine pek hayran oldu.”(s. 175)

Müdafaasız adam!

” Ben müdafaasız adamım! Birdenbire söylediği söze kendisi de şaşırdı. Hakikaten müdafaasız adamdı. Ona insanlar kendilerini ve arzularını zorla kabul ettirirlerdi.”(s.337)

Son ümit!

“Fakat bu son ümittir…Son ümit nedir, bilir misiniz? Çok defa son ümit, temennilerimizin imkânsizlığa akseden çehresidir.” (s.369)

“Verdiğimiz bütün hürriyete rağmen, kadın kafasıyle çok oynuyoruz, hatta kadın değil, genç kız kafasıyle… Her gün hayata bir yığın mağdur atıyoruz!”(s. 320)

Çok ıstırap çeker!

“Muhayyilesi çok zengin. Belki cok ıstırap çeker. Fakat her hâlde yaşar, yaşamak güzel şey.”(s. 195)

Kelimelerde yaşamak!

“Hepimizin kafasında sevgi, ıstırap diye bir yığın kelime var. Kelimelerde yaşıyorsunuz. Ben kelimelerin manasını öğrenmek istiyorum.” (s. 293)

şiirin peteği

“Okuduğu ve beğendiği şairler, başta Poe ve Baudelaire olmak üzere hepsi ‘asla…’,nın prensi değil miydiler? Onların beşikleri hep ‘olamaz…’ burçlarında sallanmış, ömürleri ‘imkânsız…’ın ülkesinde geçmişti. Hayatımızı geriye dönemiyecek bir uca taşımazsak, şiirin peteğini nasıl doldururduk?”(s. 277)

” İşte bir adam ki Tab’î Mustafa Efendi veya Dede’ yi tanımadan, Baudelaire’e ve Yahya Kemal’e hayran olmadan sevebiliyordu. Aralarındaki fark, Mümtaz’ın sevgilisini bir yığın tecridin arasında görmesiydi.” (s. 176)

Hep içime bakıyorum!

“Macide gökyüzüne bayılır… dedi. ‘Bulutlu olmamak şartıyle… Bulutlu olursa tahammül edemiyorum. O zaman hep içime bakıyorum.”(s. 242)

“İnsanoğlu güzel şeye düşmandı. Nasıl bilmeden kendi saadetini, başkasının saadetini yıkmak isterdi? İnsanoğlu huzurun, iyiliğin düşmanıydı, kendi kendisinin düşmanıydı.”(s. 222)

“Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.”(s. 180)

“İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkânsızdır . Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahluktur. Hangi büyük mucize bizi bu korkudan kurtarabilir.” (s. 135)

Yollar içimizde!

“Yolun büyüğü küçüğü yoktur. Bizim yürüyüşümüz ve adımlarımız vardır. Fatih yirmi bir yaşında Istanbul’ u fethetmiş. Descartes da yirmi dört yaşında felsefesini yapar. İstanbul bir kere fethedilir. Usul Üzerine Konuşma da bir kere yazılır. Fakat dünyada milyonlarca yirmi bir, yirmi dört yaşında insan vardır. Fatih veya Descartes değillerdir diye, ölsünler mi? Kesif yaşasınlar yeter. Yani büyük yollar dediğimiz şeyin büyüklüğü içimizde.” (s. 124)

Okumak!

“Fakat bir mesele var yine. Okuduklarımızla rahat değiliz. (…) Mesele okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okuduğumuz zaman hayatın hâşiyesinde dolaştığımızı biliyoruz. Garplı bizi ancak dünya vatandaşı olduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hulâsa, çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Mesele burada. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz.” (s. 91)

“Macide etrafındaki herşeye kendi içindeki saadet duygusunu geçiren insanlardandı. Bu onun cevherinde vardı: Güzelliği, iyi ahlâkı, sakin tabiatı sonradan hissedilirdi.” (s. 38)

“Mademki düşünüyorum, o halde varım, mademki duyuyorum, o halde varım, mademki harp ediyorum, o halde varım, mademki ıztırap cekiyorum, o halde varım! Sefilim varım, budalayım varım! Varım, varım! diyordu.”(s. 69)

Tanpınar’ın gözünden Antalya:)

“Burası Akdeniz’di. Mümtaz, Akdeniz’in ne olduğunu, nasıl bir hayat rahatlığiyle insanı kavradığını, güneşin, berrak havanın, ufkun çizgisine kadar uzanan ve her dalgayı, her kıvrımı kendi kenarlariyle göze nakşeden sarahatin, insanı nasıl terbiye ettiğini, ruhumuza nasıl doğduğunu. hülâsa üzümle zeytini, mistik ilhamla vâzıh düşünceyi, en çetin ihtirasla ferdî huzur endişesini elele yürüten tabiatın mahiyetini sonra kitaplardan öğrendi. Fakat onları o yaşta bilmemesi, onlardan lezzet almaması demek değildi. Buradaki zamanı, hayatının sürüp giden kötü tesadüflerine rağmen onun için ayrı bir mevsim oldu.”(s. 29)

lezzetli bir üzüntü!

“Bu acayip şeyleri Nuran’ a anlatamayacağı için mahzun oluyordu. Mümtaz, Nuran’ ın garip şeyler müteahhidiydi. Genç kadının hiç sarsılmayan şüpheciliğini, düzgün düşüncesini, şuradan buradan topladığı acayip hikayelerle karşı karşıya bırakmağa bayılırdı.(…) Hikaye sonuna kadar Nuran’ ın küçük gülümsemeleri, taaccüpleri arasında ciddiyetle devam eder, sonunda Nuran, ya şakayı olduğu yerde küçük bir dargınlıkla keser ve Mümtaz’ a bazen saatlerce süren lezzetli bir üzüntünün ufkunu açar yahut oyuna o da katılırdı. Bütün bunları şimdi hatırlamak hazin oluyordu.” (s. 51)

“Bu, herşeyin ayrı şekilde dirildiği, seslerin kabartma kazandığı, derinleşen, dost yüzünü, sıcaklığını kaybeden göklerin altında insanoğlunun nâmütenâhiye doğru küçüldüğü, tabiatın bize her taraftan ‘ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyuncağı oldun, gel bana dön, terkibime karış, herşeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusunu uyursun’ dediği saatti.” (s. 31)

“Hülâsa, hayat dar, fakat tabiat geniş ve mûnisti.” (s. 30)

saz parçası

“Vâkıa, Ahmet de sakindi. Fakat yaratılıştan öyle idi. O, kendisini kabahatli bulan adamdı.(…) Bu, her yerde tesadüf edilen şeylerdendir. Insanlar bazen doğuştan mahkûm olurlar, saz parçası kendiliğinden kırılırdı.” (s. 14)

“Elbisesini giyinirken ‘İnsan denen saz parçası’ diye birkaç defa tekrarladı. Çocukluğunun mühim bir devrinde çok yalnız kalan Mümtaz, Kendi kendisiyle konuşmayı severdi. “(s. 10)

 

Yorum bırakın