0

BULUTLARLA BAŞ BAŞA

Bence gökyüzünde bulutlardan müteşekkil ayrı bir dünya var, yegâne sakinleri bulutlar olan, mutlu bir dünya…Evet evet mutlular, çünkü yumuşacık, pofuduk ve tombullar. Bir defa içlerinde mutsuz bulut barındırmıyorlar, onların dünyalarında siyah ve grilere yer yok. Sonra gökyüzüyle pek bi’ sıkı fıkılar, aralarından su sızmıyor. İçlerinde bireysel takılan elit bulutlar da mevcut, gökyüzü denizinde adalar oluşturmuşlar, özgürce yaşamanın tadını çıkartıyorlar.
Bulutlardan oluşan bu dünyanın kendine has kuralları da var: Bir defa beyaz olacaksınız, sonra her daim yumuşacık, şeffaf, tüy gibi hafif ve tabii ki pofuduk görüneceksiniz. Gökyüzünün en alımlı bulutu da olsanız kimseyi dışlamayacaksınız. Hiçbir bulut diğerini “benden yumuşak ya da benden beyaz” diye kıskanmayacak. Gerektiğinde birlikte hareket edeceksiniz, kimse liderlik taslamayacak. Şişman bulutlar, zayıfları koruyup kollayacak, zayıf bulutlar da komplekse girip arıza çıkarmayacak.
Her şey elle tutulamayacak kadar belirsiz onların dünyasında, hem var hem de yok. Gözle görüyor, dokunacağını, avuçlarınla sarıp sarmalayacağını düşünüyorsun ama gerçek değil, bu bir algı yanılması. Bir uçağın penceresinden bulutlarla konuşabilirsiniz elbette. Bir bulutu takip edebilir, hatta seçtiğiniz buluta isim verip onunla birkaç saniyeliğine bir gülümsemeyi paylaşabilirsiniz. Bir buluta aşık olabilir, aşkın elle tutulmazlığını, kayganlığını, değişkenliğini, varken yokluğunu tecrübe edebilirsiniz. Sonra da hicbir şey olmamış gibi geçip gidebilirsiniz. Ne hesap ne kitap…
Dünyanın bütün uçakları bulutlarla arkadaşlar bence, kuşları bir de.
Bulutlar da zaman zaman yalnız hissediyor mudur? “Keşke dünyamızda mavi ve beyazdan başka renkler de olsaydı” diyorlar mıdır? Gökkuşağı var ya! O sayılmaz! Renk dediysem; yeşilin, kırmızının, sarının, morun, turuncunun binbir tonu kastettiğim. Rengarenk dünyamıza hasretle bakıp iç geçiriyorlar mıdır acaba? İnsan daima kendinde olmayana hasrettir ya ondan dedim. Onlar da kendilerinden kaçmak istiyorlar mıdır? Şu renksiz bulut dünyasından kurtulsam, kendime özgür bir hayat kursam, başka bulutlara hesap vermek zorunda kalmasam diye iç geçiriyorlar mıdır? Onların da başka bulutlarla dip dibe yaşamaktan yüreği sıkılıyor mudur? Bunca beyazlık, bunca yumuşaklık, bunca şeffaflık onları da boğuyor mudur?”Benim sonum ne olacak, hayatıma hep birilerinin şekil verdiği bir bulut olarak mı devam edeceğim, bu döngü günün birinde kırılacak mı?” diye sorguluyorlar mıdır kendilerini? Dünyaya hem tepeden bakıp hem de içine girememek onların da ruhunu sıkıyor mudur? Her daim mutlu, beyaz ve yumuşak görünmek zorunda olmak onları da yoruyor mudur? Kimbilir?

                                                                                                                                     28.02.2019 / Bir uçağın penceresinden

Video
0

AYRILIĞI “ALA GÖZLÜM”LE SOLUKLAMAK

KİTABA VE YAŞAMA DAİR

Akif İslamzâde’nin sesinden dinlediğimiz “Ala Gözlüm” adlı parçanın sözleri Nigar Refibeyli’ye ait. Nigar Hanım, Azerbaycan edebiyatının ünlü romancılarından Anar’ın annesi.  Şarkının sözleri kadar bestesi ve icracının sesi de insanı halden hale sürüklüyor.

Sevdiğine “ala gözlüm” diye seslenen Nigar Hanım,  sevdiğinden ayrı geçen her gecenin bir yıl gibi olduğunu söylüyor. Ve insan şarkının sözleriyle birlikte kendini ayrılığın acıtıcı kollarına bırakıyor. Artık şarkının saltanatı içinizde hükmünü sürmeye başlamıştır. Müzikle birlikte hüznün demlendiği ruhunuz, şarkının sözleriyle gurbetin kızıl güllerini nafile yere toplamaya çabalamaktadır. Zira bahçedeki kızıl güller sevgiliden ayrı kalmanın hüznüyle erkenden açıp erkenden solmaktadır. Yalnız güller mi, bahçedeki tüm çiçekler sevgiliden ayrılığın hüznünü taşırlar. Nergislerin gözü yaşla dolmuştur. Menekşeler gam doludur. Karanfilin gözü yolda kalmış, yasemenler de sevgilinin  hasretiyle saçını yolmaktadır.

View original post 339 kelime daha

0

MARTİN EDEN’I NASIL BİLİRSİNİZ?

                                                                                                                                                             Zor zaman dostlarıma…

Hepimiz aynı gemideyiz. Aynı deli rüzgar saçlarımızı dağıtıyor, aynı göğün altında nefes alıyor, aynı yıldızlara bakıp dilek tutuyoruz, aynı deli dalgalarla mücadele ediyor, dalgalardan korktuğumuzda aynı geminin sükûnetine sığınıyoruz, kalbimizdeki ortak şarkının nakaratı hep aynı. Bunca aynılığa rağmen birbirimizi yemeye, birbirimizin kanını emmeye, bizi sükunete eriştiren deli dalgalardan koruyan gemimizin altını oymaya devam ediyoruz. Peki bizden başka bindiği dalı böyle hunharca kesen başka bir canlı mevcut mu? Evet ne yazık ki insan dışında kendine ihanet eden başka bir tür yaşamıyor bu koca dünyada.

jack-london-quote-cards

Uzun zamandır bu kadar vurulduğum bir kitap okumamıştım. İtiraf edeyim başlarda Martin’in Ruth’a olan aşkını uzun uzun anlattığı romantik satırlar içimi baydı. Öyle ya aşk artık ucuz romanların, dizilerin ve filmlerin konusu. Günümüzde bir aşk hikayesi ya da romanı yazmaya kalkışsanız herkes “klişe” diye burun kıvırıyor. Diğer yandan bünyemiz moderne, postmoderne öylesine alışmış ve şartlanmış ki Jack London’ın uzun tasvirleri, detaylı anlatımları insanı bunaltıyor. Bilinç akışı yok, anlatıcı hep aynı, fantastik unsur, büyülü gerçekçilik filan da ara ki bulasın. Dümdüz bir kitap bu Martin Eden… Dedim ya itiraf ediyorum başlangıçta böyle burun kıvırarak okudum kitabı. Bunların modası geçti modunda yani. Kafa dengi bir dostumun “Oku bak çok seveceksin!” tavsiyesini de uzun zamandır kulak arkası ediyordum. “Beş yüz küsür sayfa ne yazmış bu adam, kim okuyacak şimdi?” modundaydım. Sonra sahaf olarak da işletilen bir kitap kafede denk geldim kitaba. Aklıma dostumun tavsiyesi geldi ve satın aldım. Kitaplığımda “okunmayan kitaplar” bölümü var, epeyce bir yekûn tutan bir bölümdür, oraya attım günün birinde okunmak üzere. Ne zaman sıra gelecekti kim bilir? Son görüşmemizde dostuma “Bugünlerde okuma ve yazma modundayım, Martin Eden’ı okusam mı?” diye sordum. “Mutlaka okumalısın, bak pişman olmayacaksın.” şeklinde ısrarına devam edince vardır bir bildiği dedim.  Kendimi bir yokladım. Sonra “Hadi başla Ayşe” dedim kendi kendime, en kötü, gitmezse yarım bırakırsın, ucunda ölüm yok ya.” Gaflet dedikleri bu olsa gerek. İtiraf edeyim büyük bir hata yapmışım, Jack London’ı bu kadar erteleyerek, yine itiraf edeyim bu kitabı tavsiye eden dostumun beni ne kadar iyi tanıdığını da unutarak bunca zaman böyle bir kitabı okuma zevkinden kendimi mahrum bırakmışım.

Şimdi okumayanlar -hatta belki okuyanlar da- “İyi de bu kitap ne anlatıyor bu kadar etkilenilecek?” diyebilir. Kitabın üslubunu, yazarın verdiği detayları filan bir kenara atıp kuru bir özet yaptığımızda “Martin Eden yazar olma aşkıyla yanıp tutuşan bir delikanlının yaşadığı aşkın motivasyonuyla hiç yılmadan ve vazgeçmeden adım adım başarıya ulaşmasını anlatıyor.” diyebiliriz. “O zaman bir tür kişisel gelişim kitabı mı Martin Eden?” Değil efendim, böyle bir tespit bu kitaba yapılmış en ağır hakaret olur. “Martin Eden aslında Jack London’ın kendisidir, burada kendi yazar olma hikayesini anlatır. Bu roman otobiyografiktir.” desek “Neden olmasın, olabilir.” diyebiliriz. “Martin Eden iki farklı sınıftan insanın aşkının imkansızlığını anlatır.” Desek, bu kadar da basite indirgemeyelim bu kitabı, diye karşı çıkabiliriz. Martin Eden’la ilgili buna benzer birbirinden farklı o kadar çok tespit yapabiliriz ki. Çünkü Martin Eden sahici bir karakter, Jack London ona bir ruh vermiş, onu kanıyla canıyla aramızda yaşatıyor. Martin roman boyunca değişim ve gelişim gösteriyor. Onu önce aşık ve aşkı için her şeyi göze alabilecek bir adam olarak tanıyoruz, onun okuma ve yazma tutkusuna şahitlik ediyoruz, Martin aç kalırken onunla aç kalıyor, çamaşırhanede nefessiz çalışırken onunla aşırı çalışmanın insanı insanlıktan çıkardığını birlikte keşfediyoruz. Reddedilen her yazı için editörlere onunla birlikte kızıyor, onunla birlikte editörün gerçek bir insan olmadığı şüphesini taşıyoruz. London bizi Martin’in her anına ortak ediyor, son kertede başarılı roman budur. Edebiyat bizi kendimize getirmek için varsa eğer, Martin Eden bunu fazlasıyla başarıyor.

Birbirimizin acılarına duyarsızlığımızın katlanarak arttığı bir gösterme / kendini beğendirme çağında yaşıyoruz. Kendi acılarımızı olabildiğince şımartıp büyütürken başkalarının acılarına karşı “Aa öyle mi vah vah!” deyip geçiyoruz. Bencilliklerimizi instagram fotolarına yansıtmamak için afilli pozlar versek de gerçek hayatta bunu örtemeyecek kadar insanlıktan yoksun hale geldik maalesef. Güzel insanlar gözümüzün önünde birer birer harcansa da, yaşama sevinçleri ellerinden de alınsa “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” rahatlığı içinde “iyi ki bana bir şey olmadı” diye şükredebiliyoruz. Çifte standartlarla değerlendiriyoruz birbirimizi. Bir insan paralı ve ünlüyse mutlak iyi, tersiyse kötü ilan edilebiliyor değer tablomuzda. Bu duyarsızlaşma, bu duygu nasırlaşması her insanı aynı derecede etkilemese de bazı özel yaradılışlı insanları derinden sarsabiliyor. İşte bunun için Martin Eden özel bir karakter ve işte bunun için ona ruh veren Jack London büyük yazar. “Martin Eden’ı ve onun gibileri küstüren ve onlara fazlalık muamelesi yapan bizleriz. Martin Eden gibi yazmaya tutkun bir insanı bütün kitapları ve yazıları basılmış ve büyük bir üne kavuşmuşken bu dünyaya küstüren biziz. Her toplumun Martin Eden’ları var çünkü. Özel yetenekleri olan, daha hassas ve duyarlı kalbi olan özel insanları. Böyle insanları küstürmemek, onlara sahip çıkıp değer vermek, dertleriyle dertlenmek elimizde. Aytmatov’un Beyaz Gemi’sinin isimsiz çocuğu romanın sonunda balık olup Beyaz Gemi’sine kavuşmak üzere kendini nehrin serin sularına bırakır ya. O, Beyaz Gemi’sine kavuşan sevdalı bir yürektir artık ve yaşamıyla yapamadığını ölümüyle gerçekleştirmiştir.  Martin Eden’ın romanın sonunda kendini çok sevdiği denizlerin sularına bırakması; dünyanın kirine, pasına, insanlara insan olarak değer vermek yerine malına, mülküne, parasına ve ününe göre değer vermelerine tepki olarak atılmış kocaman bir tokattır kanımca. İşte tam da bu sebeple Martin Eden da tıpkı Beyaz Gemi’nin isimsiz çocuğu gibi yaşamıyla gerçekleştiremediğini ölümüyle gerçekleştirmiş ve iz bırakan bir kahraman olmayı başarmıştır. O da Beyaz Gemi’sine kavuşan sevdalı bir yürektir artık…

ALTI ÇİZİLİ SATIRLARIM

“Onunla birlikte yükseklere çıktığını, düşüncelerini paylaştığını, güzel ve soylu şeylerden onunla birlikte zevk aldığını gördü. Düşlediği, kalabalıktan arınmış, açıkça ifade edemediği özgür bir ruh yoldaşlığı idi.”

“İçindeki ihtilali gerçekleştiren, onu kaba bir denizciden bir öğrenci, bir sanatçı yapan aşktı. Bu yüzden aşkı öğrenmenin ve sanatın üstünde görüyordu.”

“Kafamda öylesine yer etmiş ki, ondan kurtulmak için yazmak zorunda kaldım.”

“… yazarken duyduğu yaratıcı zevkin dışında bütün duygulara karşı uyuşmuştu sanki. Hikayesinden baska hicbir şey yoktu aklında. Tramvayın penceresinden seyrettiği hayat ona uzak ve gerçek dışıymış gibi geliyordu.”

“Hayat öylesine kısa ki, tanıştığım kadın ve erkeklerin bana en iyi bildikleri konuları anlatmalarını isterdim.”

“Yazmak istedin ve yazmaya kalktın ama yazacak hiçbir şeyin yoktu. Ne vardı sende? Birkaç çocuksu fikir, birkaç yarı olgunlaşmış duygu, bir sürü hazmedilmemiş güzellik, kocaman bir cehalet, sevgi ile dolu bir kalp ve aşkın kadar büyük ama cahilliğin kadar verimsiz bir hırs. Bir de yazmak istedin, daha şimdi yazacak bir şeyler öğrenmenin eşiğindesin, güzelliği yaratmak istiyordun ama güzelliğin yapısı hakkında hiçbir şey bilmediğin halde nasıl yapabilirsin bunu? Yaşantının temel özellikleri üstüne hiçbir şey bilmeden yaşantıyı anlatmak istedin, dünya senin için bir Çin bilmecesi gibiyken dünyayı ve varlığın özünü yazmak istedin. Bütün yazabileceğin ise varlığın özü hakkında bilmediklerindi.”

” Dünyadaki müzik eleştirmenleri haklı olabilir ama ben zevkimin yerine insanlığın bir ağızdan aldığı kararları koymayacağım. Eğer bir şeyi beğenmezsem beğenmem. Hepsi bu kadar ve türümün birçokları bir şeyi beğeniyor ya da beğendiklerini sanıyorlar diye aynı şeyi beğenmem için hiçbir neden yok. Beğendiğim ya da beğenmediğim şeylerde modayı takip edemem.”

” Herhangi bir ihtilalci fikre sahip olamayacak kadar kurulu düzene bağlı biriydi.”

” Elindeki işin tamamlanması uzun bir zihinsel sürecin, dağınık fikirlerin bir araya toplanmasının ve beynini dolduran bir sürü verinin genelleştirilmesinin sonuydu. Böyle bir makale yazmak, beynini özgürleştiren ve onu yeni materyaller ve sorunlar için hazırlayan bilinçli bir gayretti .”

” İyi yemek ve sana ait bir oda da var dedi Joe. Gece yarısına kadar gaz lambasını yakabileceği kendine ait bir oda.”

” Merak, Martin Eden’ın bütün günlerini doldurmuştu, bilmek istiyordu, bu onu dünya çapında bir yolculuğa çıkartan bir

” Yazacaktı. Dünyanın gördüğü gözlerden, duyduğu kulaklardan ve hissettiği kalplerden biri olacaktı. Yazacaktı… Her şeyi yazacaktı…Şiirler, düz yazılar, romanlar, tasvirler ve Shakespeare’inki gibi oyunlar.”

” Halbuki paranın onun için hiçbir anlamı yoktu, tüm değeri kendisine getireceği özgürlükte…”

” Bu sekiz ayı oldukça iyi kullanmış, bilgisinin azlığının getirdiği bir alçakgönüllülüğün yanısıra kendi gücüne karşı içine bir güven gelmişti.”

“Güzelliği tanımak ruhlarına yerleşmemişti.”

” Onlar yaşantıyı kitaplardan öğrenirken kendisi yaşantıyı yaşamakla meşguldü.”

2

“AHMET HAMDİ TANPINAR EDEBİYAT MÜZE VE KÜTÜPHANESİ”NDE BİR SONBAHAR SABAHI

Ahmet Haşim, “Merdiven” adlı şiirine “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden/
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak
” diye başlar. Ben de bir sonbahar sabahı Alay Köşkü içindeki Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat ve Müze Kütüphanesi’nin merdivenlerinden ağır ağır çıkarken Haşim’e bu şiiri yazdıran atmosferin bir benzerine bizzat tanıklık ettim. Ayaklarımın altında bastıkça hışırdayan bir yığın sarı yaprak, serin sonbahar rüzgarı ve Gülhane Parkı’nın ıssız atmosferi eşliğinde gezeceğim müzeden beklentim; Tanpınar’ın şahsi eşyalarıyla dolu bir mekanı gezmekti.

20190113_163416

Fakat girişte Alay Köşkü’nün müzeye dönüştürülmesine kadar geçirdiği tarihsel süreci okuduktan sonra buranın bir şahsi eşyalar müzesinden ziyade genel bir edebiyat müzesi olduğu hükmüne ulaştım.

 

Müze kapısının girişinde beni Ahmet Hamdi Tanpınar ve onun kıymetli hocası Yahya Kemal’in büstleri karşıladı.

20181123_104941

İçeri girerken çantamı kilitli dolaplara bıraktım ve müzeyi gezmeye koyuldum. İçeri girdikten itibaren edebiyat dolu bir ütopyada olduğumu hayal ettim. Köşkün bütün odaları kitaplarla doluydu. Yüksek tavanlar, avizeler, zarif mobilyalar, duvarların ve tavanların dizaynı kısacası aklınıza gelebilecek her şey bir edebiyat kütüphanesinde olduğunuzu hatırlatmak için düzenlenmiş gibiydi. Yaşanmışlık köşkün her zerresine sinmişti adeta.

 

Vaktiyle burada yapılmış edebiyat ve sanat toplantılarını hayal ettim bir süre. Öyle ya Alay Köşkü, 1926 yılında uygun bir mekan aramakta olan Güzel Sanatlar Birliği’ne Atatürk’ün emriyle tahsis edilmiş, birliğin 1928 yılında kurulan Edebiyat Şubesi’nin ilk kongresi burada yapılmıştı ve o tarihte hayatta olan yazar ve şairlerin çoğunu bir arada gösteren fotoğraf bu köşkün bahçesinde çekilmişti.

Güzel Sanatlar Birliği Edebiyat Şubesi’nin Alay Köşkü’nde 18 Temmuz 1928 tarihinde gerçekleştirdiği kongreden önce köşkün bahçesinde çektirdiği toplu fotoğraf 26 Temmuz 1928 tarihli Servet-i Fünun dergisinde basılmıştı. Kimler yoktu ki bu fotoğrafta…

238367,hatira-i-cemiyet-fotografi-1-1jpg

1.Sıra (soldan sağa): Ziya Osman (Saba), Cevdet Kudret (Solok), Sabri Esat (Siyavuşgil), Kenan Hulusi (Koray), Yaşar Nabi (Nayır).

2.Sıra: Peyami Safa, Orhan Seyfi (Orhon), Mehmed Rauf, Celal Esat (Arseven), Şaziye Berin (Kurt), Hüseyin Siret (Özsever), Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Halid Ziya (Uşakligil), Necip Âsım (Yazıksız), Suad Derviş (Baraner), Mahmud Sadık, Hüseyin Suad (Yalçın), İzzet Melih (Devrim).

3.Sıra:Bilinmiyor, Kâmuran Şerif (Saru), Faik Ali (Ozansoy), Salih Zeki (Aktay), Selami İzzet (Sedes), Yusuf Ziya (Ortaç), Hüseyin Rıfat (Işıl), Burhan Cahid (Morkaya), İbrahim Necmi (Dilmen), Edhem İzzet (Benice), Reşat Nuri (Darago), Halil Nihad (Boztepe).

4.Sıra:Necip Fazıl (Kısakürek), Ali Haydar Emir(Alpagot), Necmeddin Halil (Onan), Nizameddin Nazif (Tepedelenlioğlu), Ahmet Hidayet (Reel), Halid Fahri (Ozansoy), Florinalı Nazım (Özgünay), İbrahim Alaaddin (Gövsa), Vedad Nedim (Tör), Hıfzı Tevfik (Gönensay), F(ahri). Celaleddin (Göktulga), Vâlâ Nurettin (Va-Nu).

Alttaki fotoğrafta da Güzel Sanatlar Birliği Edebiyat Şubesi’nin yeni üyelerinin, Alay Köşkü’nde 19 Eylül 1929 tarihindeki toplantısını görmekteyiz. Bu fotoğraf 26 Eylül 1929 tarihli Resimli Uyanış dergisinde basılmıştır.

238368,safjpg

Soldan Sağa: Necip Âsım (Yazıksız), Ahmet Hamdi (Tanpınar), Bilinmiyor, Emine Semiye Hanım, Hüseyin Rıfat (Işıl), Refik Ahmet Sevengil, Hüseyin Rahmi (Gürpınar), İzzet Melih (Devrim).

Arkada ayakta duran gözlüklü şahıs, Halid Fahri (Ozansoy)’dur.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Şubenin aynı yerde, 19 Eylül 1929 tarihindeki toplantısında aza olarak seçilmiştir. Ayrıca 1930’lu yıllar boyunca burada edebiyat toplantıları yapılmış ve bu toplantılar, sohbetler dönemin edebiyat gazete ve dergilerinde yer almıştır. (kaynak: http://www.ahtemkutuphane.gov.tr/TR-201957/alay-kosku.html)

 

Alay Köşkü’nün Tarihçesi:

Fatih Sultan Mehmet’in Topkapı Sarayı’nı şehirden ayırmak için yaptırdığı Sur-ı Sultanî duvarının burcu üzerinde bulunan Alay Köşkü 19. yüzyılın başlarında Batı Avrupa mimarî biçimi ile yapılmıştır. Taş konsollar üzerinde çokgen planlı ve yedi cepheli, etrafı pencereli olan Köşk büyük ve tek bir salondan ibarettir. Arka ve yan taraflarına değişik büyüklükte hizmet odaları eklenmiştir. Saray bahçesinde geniş bir yükselti ile büyük sofraya ulaşılan köşkün üzeri geniş saçaklı, soğan külah ile örtülüdür. İç kısmında bu külah bir kubbe olarak görülmektedir. Köşkün cephesi mermer levhalarla kaplanmış olup yedi penceresi ile bunların üzerinde siyah beyaz taşlardan yayvan kemerler bulunmaktadır. Topkapı Sarayı’nın, pencereleri İstanbul sokaklarına bakan tek yapısı olan Alay Köşkü padişahların geçit yapan olayları izlemeleri amacı ile kullanılmıştır. Osmanlı döneminde ordu sefere çıkacağı zaman Alay Köşkü’nün penceresi önünde padişaha alay geçidi düzenlenirdi. Ancak zamanla şenliklerin içeriği değişmiş ve Alay Köşkü doğum ve evlilik törenlerinin yapıldığı ve esnafların padişahlara hediyeler sunduğu mekan olarak kullanılmaya başlanmıştır. Alay Köşkü, 1855 yılında Telgrafhane Nazırlığına makam binası olarak tahsis edilmiştir. Daha sonra köşk uzun yıllar boş kalmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Güzel Sanatlar Birliği’ne tahsis edilen köşk bir sürü Eminönü Halk Evi’nin oyun salonu olarak da kullanılmış, 1938 yılında Topkapı Sarayı’na bağlanmıştır. 1928 yılında Edebiyat Şurası 1930’lu yılların ikinci yarısında edebiyat etkinliklerinin gerçekleştirildiği Alay Köşkü Kültür ve Turizm Bakanlığınca onarımı yaptırılarak Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın adını taşıyan Edebiyat Müze Kütüphanesi olarak düzenlenmiştir. Mekan, günümüzde de çeşitli edebiyat etkinliklerine ev sahipliği yapmaya devam etmektedir.

Müzeden Çeşitli Fotoğraflar:

 

 

3

BURGAZADA VE SAİT FAİK MÜZESİ’NE DAİR BİR “GÜZELLİKLERİ KEŞİF” YAZISI

” Dünyayı güzellik kurtaracak.” (Sait Faik)

Sait Faik, “Bir Sonbahar Akşamı” adlı hikayesinde  Sonbaharda bulutlar turunç renklidir. Sonbaharda yapraklar konuşur. Lodoslu İstanbul Denizi ne baş döndürücü şeydir! Bir lodoslu günde vapura atlayıp her ipin, her madenin ıslık çaldığı bir vapurda adalara gidip gelirim. diyor ya ben de bir sonbahar sabahı Kadıköy’den vapura atlayıp yaklaşık 45 dakika süren bir yolculuktan sonra Burgazada’ya ulaştım. İstanbul’da yaşayanlar bilirler, bu şehrin keşmekeşi içindeki güzelliklerini fark etmek için gayret gerekir, İstanbul huysuz bir sevgili gibidir, onun güzelliklerini keşfetmek için önce çok sevmek lazım gelir, sevmezseniz size güzel yüzünü göstermez ve günün birinde siz de kendinizi, bu muazzam şehrin kalabalığından, keşmekeşinden, trafiğinden filan şikayet ederken bulursunuz. Ben İstanbul’u seviyorum, toplu taşımanın trafikten az etkilenenlerini kullandığım için de trafik sorunum pek olmuyor. Ben bu şehrin en umulmadık yerlerinden fışkıran yabani güzelliğini keşfetmeye bayılıyorum. Ama ne yazık ki bu muhteşem şehirde yaşarken bazen farkındalığınızı yitiriyor ve keşfetmeyi ihmal ediyorsunuz ki itiraf edeyim ben de Burgazada’yı çok ihmal etmişim! Geç oldu belki ama bu muazzam güzellikteki, şirin mi şirin, dünya güzeli adayı keşfetmek için de muhteşem bir gün seçmişim, bunu da gidince anladım. Sonbaharın bütün saltanatıyla adaya hakim olduğu bir kasım gününde ada sokaklarında dolaştım, sonbaharın bu kadar yakıştığı başka mekanlar da vardır elbette, ama “Burgazada sonbahar olmuştu” desem sanırım derdimi anlatırım ki  fotoğraflardan da destek aldım bu güzelliği somutlaştırmak için.

20181109_144633

20181109_143931

Ada sokaklarında yürürken bu muhteşem güzelliği içime çekmek için, bu güzellikleri ruhuma doldurabilmek için uzun molalar verdim. Durdum, düşündüm, seyrettim, adanın serin ve mis kokulu havasını içime çektim. Kâh henüz solmamış bir begonvilin sarıp sarmaladığı bir köşkün önünde durakladım,

20181109_150449

kâh denize yüzünü dönmüş bir fıstık çamının dalları arasından denizi seyrettim,

20181109_131647

Sait Faik Müzesi’ne ulaşmak için yürürken adanın sessizliğini damıtıp ruhuma kattım. Yüreğim, nicedir hasret kalınmış bir sevgiliye kavuşacak gibi kıpır kıpır oldu, heyecanlandım, ruhum karıştı. Sait Faik Müzesi’nin bulunduğu caddeye girdiğimde (Gönüllü Caddesi) heyecanım daha da arttı.

20181109_150124

Adanın her güzelliğini ruhuma nakşetmeye çabalarken bir yandan da fotoğraf çektim. Bu amatör fotoğraflar aslını ne kadar yansıtır bilemiyorum ama yine de umarım bu yazıyı bitirip fotoğrafları tek tek incelediğinizde siz de Burgazada ve Sait Faik Müzesi’ne keyifli bir yolculuk yapmış kadar olursunuz. Sait Faik Müzesi’ne girmeden önce beni aşağıdaki şahane yazı karşıladı.

20181109_150735

Sonra Sait Faik’in heykelinin yanıbaşında ona bir selam verdim.20181109_150844

Bahçedeki bankta oturup bu muazzam mekanın keyfini çıkardım bir süre.

20181109_150941

Sonrası fotoğraflarda saklı zaten. Onlara bakıp her bir kareden çok şey öğrenebilir, Sait Faik’i keşfetmek adına bir adım atabiliriz. Bugün Sait Faik’in doğum günü ve ben bu çok özel hikâyecimize kendimce bir hediye olarak bu yazıyı sunuyorum. Sait Faik Müzesi’nin broşüründeki bilgileri de (hayatı eserleri, evin Darüşşafaka’ya bağışlanma süreci, müze hakkındaki bilgiler) aşağıya ekledim. Umarım bu yazıyı okuyup bitirdiğinizde gitmiş kadar olursunuz, bu mutluluk da benim için kâfidir. İyi ki doğdun Sait Faik ve iyi ki senin hikayelerini okuduk ve seni keşfettik.

20181109_151139

 

SAİT FAİK ABASIYANIK, HAYATI VE ESERLERİ

18 Kasım 1906 tarihinde Adapazarı’nda dünyaya gelen Sait Faik Abasıyanık, çağdaş hikayeciliğe yaptığı katkıları ile Türk edebiyatında bir dönüm noktası olmuştur. İlköğrenimini Karamürsel ve Adapazarı’nda, lise öğrenimini İstanbul ve Bursa’da tamamlamış, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde iki yıl eğitim gördükten sonra Avrupa’nın çeşitli ülkelerini gezmiştir. Sanatı ve kişiliği üzerinde büyük etki bırakan çok sevdiği Fransa’nın Granule kentinde üç yıl kalmıştır 1934’te babasının isteği ile İstanbul’a dönen Sait Faik, ailenin yeni taşındığı, Şişli Rumeli Caddesi üzerindeki Rumeli Apartmanı’nda yaşamıştır. Babasının ölümünden sonra kışları Şişli’deki evde, yazları ise 1938’de satın alınan Burgazada Çayır Sokak 15 numaradaki köşkte annesi ile birlikte yaşayan Sait Faik, 1945’te hastalandıktan sonra 11 Mayıs 1954’teki vefatına kadar zamanının çoğunu burada geçirmiştir. İlk yazısı Uçurtmalar 9 Aralık 1929’da Milliyet gazetesinde yayınlanan Sait Faik 1934 yılında Türkiye’ye döndükten sonra öykülerini Varlık’ta yayımlamaya başlar. Bu yıldan itibaren kendini Öykü yazmaya adayan Sait Faik, denizi, emekçileri, çocukları, yoksulları, işsizleri ve balıkçıları yalın bir dille anlatır. İlk kitabı Semaver 1936’da Remzi Kitabevi tarafından yayımlanır.1939’da Sarnıç, 1940’ta Şahmerdan, 1948’de Lüzumsuz Adam, 1950’de Mahalle Kahvesi,1951’de Kumpanya, 1952’de Havuzbaşı, Son Kuşlar ve Birtakım İnsanlar,1953’te Kayıp Aranıyor ve Şimdi Sevişme Vakti, 1954’te de Alemdağ’da Var Bir Yılan okurlarıyla buluşur. 1953’te, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan dolayı  ABD’deki Mark Twain Cemiyeti’nin şeref üyeliğine seçilir.

Sait Faik Abasıyanık Müzesi

Yazar Sait Faik Abasıyanık’ın yaşamına tanıklık etmiş eşyaları, fotoğrafları, mektupları, kartpostalları, eserlerine konu olan sayısız hatırasının izlerini taşıyan nice eşya ve belgeyi ziyaretçileriyle buluşturan Sait Faik Abasıyanık Müzesi, ilk olarak 22 Ağustos 1959 tarihinde açıldı.1964 yılından itibaren Darüşşafaka Cemiyeti’nin sorumluluğunda yoluna devam eden müze, açıldığı günden bu yana ülkemizin en fazla ziyaret edilen müze evlerinden biri oldu. 2010 yılında güçlendirme, restorasyon ve konservasyon çalışmaları nedeniyle ziyarete kapatılan müze, 11 Mayıs 2013 tarihinde yenilenmiş yüzü ve çağdaş müzecilik anlayışı ile yeniden konuklarını ağırlamaya başladı. Okurlarını Sait Faik’in yazınsal ve ruhsal dünyasında büyüleyici bir yolculuğa çıkaran müze ev, yazarın vasiyeti doğrultusunda ücretsiz olarak ziyaret ediliyor Sait Faik sevenleri ve onun dünyasını keşfetmek isteyenleri Sait Faik Abasıyanık Müzesi’ne bekliyoruz.

Sait Faik ve Darüşşafaka

Ömrünün son günlerinde çeşitli edebiyat matinelerine katılan Sait Faik, 1954’te Darüşşafaka’da düzenlenen bir matineye katılmış ve çok etkilenmiştir. Matineden sonra okulu gezen Sait Faik çocuklarla ilgilenmiş ve onları çok takdir etmiştir. Eve döndüğünde annesine mal varlığını babası hayatta olmayan çocuklara çok güzel olanaklar sağlayan Darüşşafaka’ya bağışlamayı teklif etmiştir. Sait Faik’in annesi Makbule Hanım yazarın vefatından sonra 8 Kasım 1954’te hazırladığı vasiyetinde malvarlığının çoğunu, yazarın eserlerinin telif haklarını ve müze yapılması koşuluyla Burgazada’daki köşkü Darüşşafaka Cemiyeti’ne bağışlamıştır. Darüşşafaka kendisine 1964’te intikal eden bu vasiyete titizlikle sahip çıkarak Sait Faik Abasıyanık Müzesi adıyla 22 Ağustos 1959’da  halka açılan müze evin bakım onarım gibi sorumluluklarını 1964’ten başlayarak üstlenmiştir.Makbule Abasıyanık vasiyetinde ayrıca, oğlu adına her yıl bir hikaye armağanı verilmesini şart koşmuştur. Darüşşafaka Cemiyeti 1964’ten bu yana Sait Faik Hikaye Armağanı adı altında her yıl bir öykücüye ödül veriyor. Edebiyat dünyamızın en değerli ödüllerinden biri olan Armağan, 2012’den beri Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları işbirliği ile veriliyor.

“Bir Sonbahar Akşamı” Hikâyesi – Sait Faik Abasıyanık

“Nedir bu kuş, bilmem ki? Sonbaharda bulutlar turunç renklidir. Sonbaharda yapraklar konuşur. Lodoslu İstanbul denizi ne baş döndürücü şeydir! Bir lodoslu günde vapura atlayıp her ipin, her madenin ıslık çaldığı bir vapurda Adalara gidip gelirim. Akşamüstü bazen Köprü´nün ortasında durup Sultan Selim´in arkasındaki bulutlarda kırmızı rengin oyunlarını seyrederken, bir sahra vahasında muazzam bir şehir, bir eski Bağdat, bulutlardaki deniz muharebesini seyrederdim. Tramvaylar o şehri taşır, vapurlar o bulutlar şehrinin muhariplerini götürür, biz, bu hakikî şehrin sakinleri, tiyatro seyircileri gibi sessiz, âdeta geçenler bile durmuş gibi olur, seyrederiz.

Minareden minareye asılı kırmızılıklar, portakala, Trabzon hurmasına benzer yemişler sarkıtan sonbahar akşamlarında ben bıldırcını hatırlarım. Hepsini, bulutlardaki eski Bağdat´ı, minarelerdeki ananasları, insanların eski elbiselerindeki şaşaayı, hamal çocuğunun çıplak ayaklarındaki renkten çizmeleri, ayyaşın etrafını saran eski şarap hâlesini, hepsini; bütün bu yalancılığı, binbir gece hikâyelerinin ancak çocukları saran rûyasını, hepsini bir tarafa bırakıp bir beli kuşaklı adamın iplere dizip meyve hevengi gibi götürdüğü bıldırcınları düşünürüm. Ben, serçeleri de, atmacaları, saka, florya, isketeleri de severim, hattâ uzak memlekete kuşlarını rûyalarımda görür, bazan şiir yazacak gibi olduğum zamanlarımda, papağan, tavuslar, cennet kuşları da görür gibi olurum.

Ama bıldırcın!… Sen, bizim göklerimizin muhacir kuşu! Seni sevdiğim, sana yakın olduğum kadar, ne baharımızın müjdecisi, dostumuz, âdeta köylümüz gibi olan çamur kulubeli, çalışkan, hiç kaçmayacaklar, yanımızda gezecekler gibi oluverip de bir gün habersiz bizden kaçan kırlangıçları; ne de o kızıl gagası, muhteşem kanatları, ince uzun, sırım gibi bacaklarıyla leyleği, damlarımızda, bacalarımızda, hemen yanıbaşımızda yeri olan, hayatımıza, âdetlerimize, ocağımıza, hemen hemen bir nevi melânkolimize karışmış olan leyleği, sana tercih ederim.

Bıldırcını, bir şiiri sever gibi severim. Neden olduğunu bilmeden, yahut hafif hafif, içimde bir şeyler belirerek… Hem en çok etini yediğim kuş bıldırcındır… Küçüklüğümde onun tüylerinin kokusunu, çok zaman sevdiğimiz saçlarında koklamışımdır. Onun etinin kokusunda tuhaf, şehevî bir hava buldum. Onun yağlı vücudunda topraklar, esmer, genç, arzudan yanan bir insan vücudu vardı. Sanki bir gün, sihirli bir ağız: “Kuş ol, güzel insan! Yuvarlak, esmer, buğday, kavrulmuş kestane; sütlü, ateşte, suda pişmiş mısır kokulu, yarı kadın, yarı erkek, yalnız şehvet, süt, nişasta, şekerden mamûl mahlûk! Senin bu topraktan yapılmış çirkinler kafilesinde yerin yok! Kuş ol!” dedi.

Bıldırcın, böylece kuş oldu. Onu rüzgârlar getirir; yağmurlar atar, memleketimize. Etlerin en güzeliyle, kokuların en bayıltıcısıyla gelir, ışıklarımıza dökülüverir. Doğduğum şehirde bir akşam, millet sokağa dökülür. “Bıldırcın yağıyor! Bıldırcın yağıyor!” diye bağrışan çocukların elinde, küçük gözleri korku ile dolu, yaşlı vücutlarında canlı kıpırdanmalarla bakışırlar, oynar dururlar.

Günlerce ağzımdan tadı, burnumdan kokusu, saçımdan tüyü, ellerimden sıcaklığı geçmezdi. sonbaharda, her zaman senden bir şey vardır. Benim güzel bıldırcınım. Bıldırcın insana ne kadar uzaktır. Vahşîdir, hiç bir zaman onu kafeste tutmak mümkün değildir. Dost düşman tanımaz; haşin, korkaktır. Yağmursuz anlarda ayakları çizmeli, kafaları kasketli, belleri fişekli, arkaları köpekli birtakım garip -ne olduklarını, ne zevk aldıklarını bir türlü anlayamadığım- insanlar, ancak onu görüp vurabilir. Ancak onu köpekler sakladığı fundadan, bir tarla hendeğinden kaldırır. İnsana bu kadar uzak olan bu kuşta, insanlıktan bir şey vardır. Onu şehvetle yediğim için, onu aşkla kokladığım için mi severdim? O güzel insanlar gibi kokan tüylerinden çıkan, insanı merhamete, sevgiye davet eden o güzelliğin kokusu için mi severim?

Yoksa, bu korkaklığı, bir akşam üstü şehrimize düştüğü için mi? Hayır,hiç birisi için değil. Onu çocukluğumda yediğim için, onu ellerimle meyve gibi topladığım için mi? Hayır, hiç birisi için değil.

İnsan gibi buğdayı sevdiği için mi? Hayır! Sevgilime benzediği için mi? Hayır!

“Ne için o halde?” diye soran olursa, bilmediğim için, sebebini bilmediğim için…

Sensiz sonbaharın ne tadı olabilir? Bir adamın, onları iplere dizmiş götürdüğünü gördüğüm zaman, içimde ürpertiler belirir. “Milyonla geride bıraktıkları fedailere rağmen, acaba gidecekleri yere gidebilirler mi?” derim.”

3

“GURBET HAPİSHANESİ”NİN “ALDIRMA”YAN “GÖNLÜ” SABAHATTİN ALİ ÖZELİNDE SİNOP CEZAEVİ”NE DAİR İZLENİMLERİM

Sinop Cezaevi’ni müze olarak gezerken duvarlara sinmiş yaşanmışlığı her zerremde hissederken kendimden geçtim ve orada, görmeden okumanın ne kadar eksik kaldığını bir kez daha anladım. Burada hapis yatan iki ünlü yazarımız Sabahattin Ali ve Kerim Korcan’ı yeni okumuştum, ama görmek, dokunmak, koklamak, oraya sinen ruhu ruhunda hissetmek bambaşka bir histi. O sebeple bu yazıda benden çok fotoğraf, şiir ve şarkılar konuşacak. Fotoğrafların bazılarının içeriği görünmediği için altlarına yazı ekledim. Umarım bu yazıyı okuyup bitirdiğinizde siz de Sinop Cezaevi Müzesi’ni gezmiş kadar olursunuz.20181006_142523

Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi izlenimlerinden oluşturduğu “Duvar” adlı hikayesinde şöyle diyordu:

Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır? Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kuşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir?” (s. 40)

Girişte ifade ettiğim gibi cezaevini görmeden evvel bu cümlelerin bende bir karşılığı olmuştu, hatta çok etkilenmiştim ama her bir köşesi insanın aklını başından alacak güzelliklere sahip bu yemyeşil şipşirin şehri ve cezaevini gördükten sonra Sabahattin Ali’yi tam manasıyla anladım. İnsanın, güzelliklere bu kadar yakınken, sesini duyup kokusunu içine çekiyorken onlardan mahrum kalması belki de bir insana verilebilecek en büyük cezaydı. Aynı hikayede  şöyle diyordu Sabahattin Ali:

Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içme dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır bağır yüzen küçük beyaz bulutlar benden bir tek teselliyi unutmayı alırlardı.” (Duvar, s.40,41)

20181006_144622

Ramazan Korkmaz’ın Sabahattin Ali İnsan Eser adlı eserinde belirttiği üzere, “Sabahattin Ali, 12 Mayıs 1933’te ise adına Gurbet hapishanesi de denilen Sinop Hapishanesi’ne sürülmüştür. Burada aile ve dost çevresinden iyice uzaklaşır, artık hafta sonları bile görüşüne kimse gelmeyecektir. Hapishanede, Karadağ diye anılan üçüncü kısmın ikinci katında deniz kenarındaki küçük bir koğuşa yerleştirilir. Burası Sinop’un nüfuzlu adamlarından olan ve tutuklu bulunan Mehmet Kuşüzümü’nün kaldığı koğuştur. Rivayete göre, hapishane müdürü Cevat Bey Sabahattin Ali’yi Mehmet Kuşüzümü’ne emanet eder ve ona iyi bakmasını söyler. Aynı koğuşta yatan Hüseyin Kuşüzümü, Sabahattin Ali’nin burada geceleri sürekli okuduğunu ve gündüzleri de bir sandık üzerinde yazdığını söylemektedir. Konya ve Sinop cezaevlerinde oldukça sıkıntılı ve telaşlı bir ruh atmosferi içinde yaşayan Sabahattin Ali, buradan edindiği tecrübe ve gözlemleri bazı hikâyelerinde (Duvar, Katil Osman) kullanır.” (s.40)

Sabahattin Ali, “Kağnı, Ses, Esirler” adlı kitabında Sinop cezaevine getirilişinin hayal kırıklığı dolu hikayesini şöyle anlatır:

Fakat ben tahliye edilmiyordum ve trene bindikten sonra jandarmanın elindeki sevkin adına bakınca gördüm ki İstanbul meddeiumumiliğine, Sinop Hapishanesi’ne gönderilmek üzere teslim edilecektim. Bunu okuyunca çöker gibi oldum. Bir deniz kenarında yalnız duran bir hapishane gözlerimde canlandı ve içinde bir tek bir de tanıdığım olmayan yalı şehrini düşündüm… “Gurbet hapishanesi!”dedim… Zorlukları, azapları anlatmakla tükenmeyecek bir yolculuktan sonra Sinop’a geldim. Hapishane ve şehir o kadar fena görünmedi bana… Mahpus her şeye çabuk alışır, mahpus kalender olur…”

SİNOP CEZAEVİ’NİN TARİHÇESİ

20181006_142603Tarihi cezaevi, şehrin Selçuklular tarafından 1214 yılında alınmasının hemen ardından 1215 yılında sefere katılan komutanların katkıları ile yapılan İç Kale içinde yer almaktadır. İç Kale ana karenin kuzeyden güneye inen dik bir surla kesişmesi ile meydana gelmiştir İç Kaleyi oluşturan beden ve burçların yapımında antik devir mimarisine Işık tutacak bol miktarda parça kullanılmıştır, bu şekli ile bir açık hava müzesi görünümündedir. Hapishaneyi çevreleyen İç Kale 11 adet burç ile desteklenmiştir, burçların yüksekliği denize hakim Güney bedende 22 metre, surların yüksekliği ise 18 metredir. Sur kalınlığı ise 3 metredir. İç Kale doğu-batı yönünde uzanan enine bir duvar ile iki bölüme ayrılmıştır. Tarihi Sinop Hapishanesi İç Kalenin güneyde kalan bölümünde Sinop mutasarrıfı Veysel Paşa tarafından 1882 yılında yaptırılmıştır. İki katlı U planlı kesme taştan ve tüm cepheleri sık yerleştirilmiş pencerelere sahip bir yapıdır.Doğu Cephesi’nde avluya açılan yapı 28 adet koğuşa sahiptir, Umumi Cezaevi’nin Doğu Cephesi’nde cezaevi ile aynı tarihlerde inşa edilen küçük bir hamam yer almaktadır. Umumi Cezaevi mahkumların isyanı sonucu 1979 yılında yanmıştır. Umumi Cezaevi’nin kuzeyinde 1939 yılında yapılan iki katlı 9 koğuşlu çocuk ıslah evi diye adlandırılan ikinci bir yapı bulunmaktadır. Bu yapının da kuzeyinde müşahede (gözlem)hücrelerinin yer aldığı iki katlı bir yapı mevcuttur Her üç yapı mimari yönden bir bütünlük arz etmektedir Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Osman Deniz, cezaevinde yatan ünlüler arasındadır. Uzun yıllar hapishane olarak kullanılmak üzere Adalet Bakanlığı’na tahsisli bulunan cezaevi, kültürel amaçlı değerlendirilmek üzere 1999 yılında Kültür Bakanlığı’na devredilmiştir.

 

20181006_144050

Sinop’ta Sürgün Ya da Mahkum Olan Ünlüler:   Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Refii Cevat, Hüseyin Hilmi, Burhan Felek, Osman Cemal Kaygılı, Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Zekeriya Sertel.

 

 

 

Dut Ağacının Hikâyesi

Ağaç, eski mahkum Hüseyin Pehlivan tarafından 1959 yılında dikilmiştir, kendisi tarafından anlatılan hikayesi şöyledir: Dut Ağacı bu, dikmek için müdüriyete yazı yazmam lazım “maruzat” deriz biz ona, yazı gider müdürün önüne. Müdür bakar Hüseyin Pehlivan yazı yazmış, cezaevinde birçokları da “yazar” derdi bana, öyle çağırırdı beni, müdür beni çağırıp “Yazı yazmışsın söyle bakalım ne istiyorsun?” dedi. “Sayın müdürüm ben bir dut ağacı dikmek istiyorum” dedim.” “Nereye dikeceksin, neden, ne yapacaksın dut ağacını? Yani dut Ağacı büyüyecek dut verecek herkes bunun dutundan yiyecek sana dua edecek öyle mi?” dedi. Ben de “Müdür bey öyle değil aslında.Hem öyle hem de başka anlamı var.” dedim. “Başka ne anlamı var?” dedi. Ben de bu dut ağacı büyüdüğü zaman 20 Sene 30 sene 50 sene sonra, neyse kaç yıl sonra olursa olsun büyüdüğü zaman buraya gelen mahkumlar diyecekler ki bu dut ağacını diken kişi idamdan kurtulmuş, müebbet cezaya çarptırılmış, müebbet cezayı bitirmiş çıkmış buradan.” diyecekler bu şekilde teselli kaynağı olacak onlar için. Ben bunu düşünüyorum daha ümidimi yitirmedim. Ben bir gün çıkacağım buradan, hiç ümidimi yitirmedim.” dedim. Öylece durdu ve “Peki dış bahçenin bir yerine dik.” dedi. Hüseyin Pehlivan  ağacı dikti ve ümit ettiği gibi Sinop’un hanından tahliye oldu.

20181006_145438

Görmek istersen denizi / Yukarıya çevir yüzü/ Deniz gibidir gökyüzü / Aldırma gönül aldırma

 

 

 

 

 

20181006_144102

 

20181006_144348

“Parmaklıklar Ardında” adlı dizinin film setinden

 

 

 

 

 

3

OĞUZ ATAY’IN “EYLEMBİLİM” ROMANINA DAİR:“GELECEĞİ ELİNDEN ALINAN ADAM”IN SON ÇIRPINIŞLARI

Ahmet Erhan, “Yarasanın 21 Şiiri”nde “Mesela alfabenin 14. Harfinde ölmek / Yarım kalmış bir ansiklopedinin sayfalarında kalmak / Adamım, / Kendini kıran bir dal kadar yalnızım” diyerek yarım kalmak üzerine düşündürür bizi. Üstat Yahya Kemal de “Bir tel kopar ve ahenk ebediyyen kesilir” dizesiyle insanın bitmek bilmeyen trajedisine dikkat çeker. Öyle ya ölüm varsa sanatkârın ve onun ürettiği sanat eserinin sonsuzluğundan söz edilebilir mi? Ölüm zorunlu bir yarım bırakıştır son kertede. Bir de yaşarken, nefes alırken, hala vaktimiz varken ve hayal kurabiliyorken vazgeçtiklerimiz, yarım bıraktıklarımız var ki böylesi çok daha trajiktir kanımca. Nikos Kazancakis’in “Zorba” romanında, o sıradışı ve gözüpek kahramanı Aleksi Zorba’ya söylettiği şu cümleler böylesi bir yarım kalmayı zihnimize kazır: “Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan, avare et ve korkma! (s.261) Oğuz Atay da “Eylembilim” romanını “telin kopması ve ahengin ebediyyen kesilmesiyle” yarım bırakmıştır. Ancak onun da yarım kalmışlıkları yok mudur hayatında? Vardır elbette, olmasa “Eylembilim” romanının kahramanına şu cümleleri kurdurtmazdı herhalde: “Yarım kalmış, gerçekleştirilememiş hayallerimin hüznünü yaşıyordum.”(s. 61)

“Eylembilim”, Oğuz Atay’ın ölümünden sonra yayımlanmış yarım kalmış romanıdır. Atay bu romandan ilk kez Günlüğünde 1976 yılının mart ayında söz eder. Bundan sonra eylül ayına kadar Eylembilim’in bahsi geçmez. Eylembilim, 1987 yılında Oğuz Atay’ın Günlüğüne ek olarak yayımlanır. Ancak daha sonra kızı Özge Atay’a, üstünde gönderenin isminin olmadığı, posta ile gönderilen bir paketin içinden Eylembilim’in 74 sayfalık kayıp bölümü çıkar ve roman 1998 yılında “Eylembilim” adıyla ayrı bir kitap olarak basılır. (Ben Buradayım, s.526) Böyle gizemli bir yayımlanma hikayesine sahip bir romandır Eylembilim.

Eylembilim romanında tıpkı Tutunamayanlar romanında olduğu gibi çerçeve hikaye tekniğini kullanır Atay. Romanın kahramanı Prof. Server Gözbudak’ın ölümünden sonra(roman yarım kaldığı için biz bu ölümü göremeyiz) Server’in bir hanım arkadaşı onun hatıratını avukatı Dilaver Kavas’a teslim eder ve Dilaver Kavas da önemli gördüğü bu notları yayımlamaya karar verir. Romanın girişinde Avukat Dilaver Kavas’ın bu hatıraların yayımlanma sürecine dair yaptığı açıklamalar yer alır. Server Gözbudak’ın kurmaca hatıratı ise kitabın 17. Sayfasında şu cümlelerle açılır: “Bir insan -özelllikle benim gibi bir insan- ne zaman yazmaya başlar? Daha doğrusu, ne zaman onun için, yaşadıkları, hissettikleri, düşündükleri artık ifade etmekten kaçınamayacağı bir yoğunluğa ulaşır?”

Server Gözbudak bir üniversitede profesördür. Görünüşte; evli ve iki çocuk babası, kendi halinde bir adamdır ancak bu sıradan adam Oğuz Atay’ın derin psikolojik tahlilleri ve  yaşadığı ikilemlerin tesiriyle dikkat çekici bir kahramana dönüşür. Roman, yoğun biyografik detaylar içermektedir. Oğuz Atay, 1960 yılında girdiği İDMMA(İstanbul Devlet Mühendislik Mimarlık  Akademisi)’da, beyin tümörü teşhisiyle Londra’ya tedaviye gideceği 1976 yılının aralık ayına kadar öğretim üyesi olarak çalışmıştır. 1968-1977 yılları arasındaki dönem aynı zamanda Türkiye’nin, bilhassa üniversitelerin en karışık, en kanlı olaylarının yaşandığı zorlu bir dönemdir. Atay da bu süreçte, detayları bu yazının sınırlarını aşacak pek çok olaya şahitlik etmiş, tercihleri olan, dik duruşlu bir aydın olarak da epeyce yıpranmıştır. İşte “Eylembilim” onun tüm bu şahitliklerinin dökümü olan, ancak hastalığı ve ölümü ile tamamlanamayan bir romandır.

Romanın ismi eylembilimdir. Zira o dönemde üniversitelerde eylem, bilimin önüne geçmiştir. Romanın kahramanı Server Gözbudak bu durumu şu cümlelerle özetler: “Kurulun profesör olduğumu bana bildirdiği gün yaptığım gibi karımın boynuna sarılıp, karıcığım ben ‘eylembilimci’ oldum, hem de intikam kılıcı nişanı aldım diyemezdim ya. Çok tuhaf olurdu.”(s.55) Server Gözbudak da pek tabii ki bu eylemlerden nasibini alır ve hiç istemediği halde anlık bir kararla yaptığı bir konuşma sonrasında kendisini öğrenci çatışmalarının orta yerinde ve birtakım profesörlerin hedefi haline gelmiş halde bulur.  Roman, Server Gözbudak’ın bu çatışma sonrasında yaşadıklarını anlatır. Romanda Oğuz Atay’ın diğer romanlarında olduğu gibi tersine bir isim sembolizasyonu vardır. Server Gözbudak -soyadının aksine- gözünü budaktan sakınmayan cesur bir adam değildir. Korkuları, yoğun iç çatışmaları olan, çekingen bir adamdır, hayatında yaptığı tek eylem olan konuşma da absürd bir şekilde sonuçlanır.

“Eylembilim” romanı, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar” romanları kadar yoğun modern ya da postmodern ögeler içeren bir eser değildir. Daha geleneksel bir yapısı vardır, olaylar kronolojik bir düzlemde ilerler. Ancak yine de postmodern romanın önemli anlatım tekniklerinden olan üstkurmacaya (kısaca yazarın romanın yazım sürecini okurla paylaşması) eserin pek çok yerinde rastlanır:

Bilinçaltı gözlemcilik diye bir şey mi var yani? Neyse amacım olanları, gerçeğe uygun bir biçimde anlatmaktır. Zaten, duyduğuma göre, modern yazarlar öyle yapıyorlarmış, onları okurken okuyucuya çok iş düşüyormuş. Ancak benim bu kadar ince düşünceler içinde olmadığımın ve amacımın, doğru ve tarafsız bir anlatıcı olmaya çalıştığımın bilinmesini isterim.”(s.56)

Böyle olmayacak. Kendime uygun bir anlatım yolu bulmalıyım. Acaba biraz roman mı okusam?”(s.58)

Yine postmodern romanın olmazsa olmazlarından biri olan metinlerarasılık da romanda teknik olarak kullanılır. Nazım Hikmet’in meşhur şiirinin bir bölümü metinlerarasılık yöntemiyle romanın dokusu içindeki yerini alır:

Güzel günler göreceğiz

Çocuklar,

Güzel günler göreceğiz,

Motorumuzu hür maviliklere süreceğiz

Çocuklar,

Hür maviliklere süreceğiz.”(s.102)

Yine Fuzuli’nin Gazel’inde geçen “Dert çok, hem dert yok; düşman kavi, talih zebun”(s.102) dizesi de metinlerlarasılık yöntemiyle romana dahil edilen bir başka metin kesitidir.

“Eylembilim” romanının asıl çıkış noktası, Oğuz Atay’ın hemen bütün eserlerinde kafa yorduğu aydın sorunsalıdır. Atay, bu romanında oklarını üniversitedeki akademisyenlere yöneltir. Romanın kahramanı Server Gözbudak’ın çevresindeki profesör ve asistanlar onun ironi yüklü tespitlerinden nasiplerini fazlasıyla alırlar. Sözlerine “Ben Paris’te” diye başlayan fakat Paris’e dair anlattıkları şehrin temizliğinden öteye geçmeyen Refik Bey, “hiç kitabı olmayan, kitabın icadından önce profesör olmuş” cahil bir akademisyendir. Atay, “Gerçi müzeler de temizdi, ama Refik Bey gidememişti.” şeklinde şahane bir tespitle Refik Bey’i -o kendine has karakteristik üslubuyla- gözümüzde resmeder adeta. Refik Bey’in asistanı da sürekli hocasının peşinde gezen, yalaka, silik asistan tipinin temsilcisi konumundadır. Oğuz Atay, gelecekte cahil hocalarının silik bir kopyası olacak bu asistan tipini şu cümleleriyle tiye alırken bizi de derin derin düşündürür:

Masanın öteki ucunda asistan kımıldamadan oturuyordu. Bazen büyüyor bazen küçülüyordu. (…) Kendi boyutlarında kalamaz mıydı? Asistana baktım: Kalamazdı. Bu, daha nice asistanları parçalayıp istediği boyutlara getirmiş bir dişli çarktı. Ben de kimbilir kime benzemiştim? HEPİMİZİ BENZETMİŞLERDİ.”(s.23)

 “Eylembilim”, Oğuz Atay’ın diğer romanlarından farklı olarak devrin siyasal ve toplumsal olaylarına bir üniversite profesörünün gözünden bakan, toplumsal içerikli bir roman görüntüsü verse de bu kısacık ve yarım kalmış eser, aynı zaman da birey olarak Server Gözbudak’a dair de önemli Atay tespitleri içeriyor. Eğer bir Oğuz Atay tutkunuysanız mutlaka okumalısınız. Zira Eylembilim “Geleceği Elinden Alınan Adam” ın son çırpınışları, onun ağır bir hastalıkla pençeleşmesine rağmen “Ben Buradayım” deme şekli… Biz de neden bu son çağrıya kulak vermeyelim ki…

Not: “Geleceği Elinden Alınan Adam”, Oğuz Atay’ın Günlüğünde bahsi geçen, hayatının son aylarında yazmayı planladığı hikâyesinin ismidir.

0

2

AŞKINI CİDDİYE ALAN BİR ADAMIN PORTRESİ: “BEN BURADAYIM-OĞUZ ATAY’IN BİYOGRAFİK VE KURMACA DÜNYASI”

Hiçbir sahici tarafı olmayan yüzeysel “insanî ilişki”lerden yorgun mu düştünüz, daha düne kadar size methiyeler yağdıran, yere göğe sığdıramayanlar menfaatlerine ters düşünce kapkara bir sessizlik perdesinin ardına mı saklandılar, konuşacak ortam bulamamaktan derin bir sessizliğe mi büründünüz, içinizdeki şarkıyı kimseler duymuyor mu, dahası bütün bunlar olurken siz yine, yeniden ve her seferinde olduğu gibi okları kendinize mi çevirdiniz, Kafka’nın Dava’sında olduğu gibi “ gerçekliği olmayan suçlarla” mı suçluyorsunuz kendinizi ve her seferinde yenik mi düşüyorsunuz?

Eğer bu soruların en az üçüne evet diyorsanız siz de bir tutunamayansınız.:) Üzgünüz, bu bir lanet ve ömür boyu peşinizi bırakmayacak. Bir monografi tanıtımına bu cümlelerle başlamak istemezdim ama “Ben Buradayım” öyle derinden sarstı ki beni ve bu kitapta Oğuz Atay’ın biyografik ve kurmaca dünyasına adım adım yolculuk yaparken öyle kendimden geçtim ki çook uzun zamandır bir kitapla böylesine büyülenmemiş, böylesine derinden sarsılmamıştım. “Huzur”a inceleme yazarken ifade etmiştim “iyi ki Tanpınar benim dilimde yazmış, gurur duydum böyle bir yazarımız olduğu için” diye. İşte Yıldız Ecevit’in bu olağanüstü derecede titizlikle hazırlanmış, akıcı bir dile ve üslûba sahip, o çok sevdiğimiz Oğuz Atay cümleleriyle bezenmiş kitabını okurken de iki kez gurur duydum: Bu gururun birinci sebebi,  Yıldız Ecevit’in benim dilimde böyle şahane bir monografi yazmış olmasıydı ve ikinci sebep de bu muazzam eserin bir bilim kadınının elinden çıkmış olmasıydı. 578 sayfalık bu muazzam kitap hakkında ne yazsam, ne söylesem eksik kalacak, burada yazdığım üç beş sayfalık tanıtım yazısı bu kitabı tanıtmaktan aciz kalacak bunu en baştan ifade edeyim.

Kurmaca edebiyatın tamamlayıcısı olarak gördüğüm araştırma ve incelemeye dayalı akademik metinler, bir yandan kurmaca dünyanın sırlarını bize aktarırken diğer yandan da sıkıcı olmak gibi bir handikaba sahiptirler. Eğer bir yazar; titiz ve detaylı bir kütüphane çalışması, kaynak kişilerle yapılan görüşmeler ve kurmaca metinlerin didik didik edildiği bir eserle karşımıza çıkmışsa bu eserde ilk aradığımız hususiyet o eserin bize ne kattığıdır esasen. Bu manada akademik makaleler, biyografiler ya da monografiler sıkıcı da olsa onları okuruz. Ama eğer bilimsel metinlerin yazarı, eserini çok akıcı bir dil ve üslupla kaleme almışsa o metin ya da kitap zirvede olmayı hak ediyor, hak eder. Bu sebeple Yıldız Ecevit’in “Ben Buradayım”ı her yönüyle övgüyü hak ediyor.  Hatta itiraf edeyim ki Türk edebiyatında okuduğum tüm monografi ve biyografilerin içinde zirveye oturmayı başardı. Neden mi? İşte bunu izah etmek  işin en zor kısmı ne yazık ki. Zira “çok uzun yazıyorsun” diyenleri de gözönünde bulundurarak kitaptaki Oğuz Atay portresine yüzeysel bir bakış atacağım. Böyle bir kitabı derinlemesine incelemek haddim değil zaten.  Hadi başlayalım o zaman!

Kitap hakkında teknik bilgi vererek yazıma başlamak istiyorum. “Ben Buradayım-Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası”; Kısaltmalar, Sunuş ve Teşekkür bölümlerinin ardından başlayan, yazar tarafından bölümlerin içeriğine göre düzenlenmiş yirmi altı  özel başlıktan oluşan “Dizin” ile son bulan bir kitap. Kitap, adını -tahmin edebileceğiniz gibi- “Korkuyu Beklerken” kitabının sonunda yer alan “Demiryolu Hikayecileri – Bir Rüya” başlıklı hikayenin son cümlesinden alıyor: “Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin?” Yıldız Ecevit bu cümlenin “Ben Buradayım” bölümünü kitabına başlık olarak seçerek daha en baştan Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”da kıyasıya eleştirdiği “Hayatı ve Eserleri” metinlerinin çok dışında sıradışı bir biyografi/monografi yazacağının ipuçlarını veriyor. Yıldız Ecevit’in ifadesine göre “Ben Buradayım” önermesi; bir yandan Oğuz Atay’ın  bu kitapta hayat hikayesi ve eserleriyle burada olduğunu ifade ederken, diğer yandan da bu hayat hikayesini dört yıl süren uzun ve zorlu bir araştırma ve yazma sürecinin ardından birleştirip bir kitap formu halinde bizlere sunan Yıldız Ecevit’in de burada olduğunu ifade ediyor. Zira bir kitap her ne kadar titiz bir araştırmanın mahsulü de olsa sonuç olarak onu kurgulayan yazarının eseridir.  Ve sunuş şu cümleyle bitiyor:

Bu kitabın Oğuz Atay’ı, benim kimliğimden süzülüp gelen bir Oğuz Atay: Benim Oğuz Atay’ım. Kim gerçeği katıksız aktardım diyebilir ki?”(s. 19)

Kitabın Sunuş bölümünün girişine Oğuz Atay’ın  “Bir Bilimadamının Romanı”nda geçen bir cümlesi epigraf yapılmış: “İyi bir hayat hikayesi yazmak, bir hayat yaşamak kadar zordur.”(s. 44)Bu epigrafla Yıldız Ecevit bize aslında çok zorlu bir işe giriştiğinin ipuçlarını da vermiş oluyor. Bu bölümde Türkiye’de biyografi/ monografi yazmanın zorluklarından söz eden Yıldız Ecevit, belge temini konusunda girdiği çıkmazlardan söz açıyor ve bizde belge temininin ne kadar güç olduğunu izah ediyor. Oğuz Atay’ın 1970’lerde radyoda ve televizyonda yaptığı konuşmaların tümüne erişmekte güçlük çektiğini, yetkililerin bu durumu “gereksiz görülenler arşivden ayıklandı” türünden akıl almaz bir açıklamayla izah ettiğini (!) ifade ettikten sonra Shakespeare’i araştıran Mr. Homan’ın Shakespeare’in dedesinden babasına ne kadar pound miras kaldığını 1561 yılına ait kayıtlardan çıkarabildiğini ifade ederek bu konuda ne kadar geride olduğumuzu(!) da somut bir örnekle ortaya koymuş oluyor.

Kaynak kişilerle yapılan görüşmeler sonunda insan belleğinin yanıltıcı yapısını fark eden yazar, görüştüğü kişilerin birbirini tutmayan açıklamaları sonucunda çıkmaza giriyor ve umutsuzluğa kapılıyor, ancak daha sonra Oğuz Atay’ın eserlerinin biyografik unsurlarla bezeli olması ona farklı bir yol açıyor ve ortaya böylece bu sıradışı monografi  çıkmış oluyor. Burada da kendi içinde bir kimlik kargaşası içine giren Yıldız Ecevit bu durumu şu cümlelerle ifade ediyor:

Ben Buradayım” aynı zamanda Oğuz Atay’ı hayatı ve eserleri türünden bir alt başlığın ciddiyeti içinde de ele alan bir başvuru kitabı olmalıydı: Bu öteki Yıldız Ecevit’in yazmak istediği yalnızca bir biyografi değildi; Oğuz Atay odağında üreyen onun yaşamı ve yaşamda bıraktığı tüm izler ile birlikte bütüne doğru ayrıntılı bir biçimde dokumaya çalışan bir monografiydi. Biyografiyi monografiye dönüştürerek onu daha teknik renklerle boyayan bu Yıldız Ecevit, bir yaşam öyküsünün ardına takılıp koltuğuna yaslanarak rahat bir okuma serüveni yaşamak isteyen okuru düş kırıklığına uğratmayı da göze aldı.” S. 18)

Sonuç olarak Yıldız Ecevit, elimizde tuttuğumuz, bütün Oğuz Atay hayranlarının ezbere bildiği cümlelerle bezenmiş, keyifle ve merakla okunan bu ilgi çekici monografiyi bize kitap formu içinde ulaştırıyor mühim olan da bu. Şimdi de kitabın içeriğine bakalım:

Oğuz Atay, 12.10.1934 tarihinde Kastamonu-İnebolulu Cemil Atay ile İstanbullu Muazzez Zeki Hanım’ın ilk çocuğu olarak İnebolu’da dünyaya gelir. Kız kardeşi Okşan Ögel ile aralarında altı yaş vardır. Babası Cemil Atay (d.1892) 1909 yılında komiser olarak göreve başlayan Osmanlı döneminin alaylı hukuk sistemi içerisinde sorgu hakimi, ceza hakimi ve savcılığa kadar yükselmiş üç dört kez milletvekili olmuş, etrafında sayılan sevilen aynı zamanda ilkeli ve çalışkan bir adamdır. Annesi Muazzez Zeki de öğretmen okulu mezunu, sanat ve edebiyata kıymet veren, şefkatli, evladını koruyup kollayan, kültürlü ve zarif bir hanımefendidir. Oğuz Atay, “Babama Mektup” eserinde, edebi eserler okuyan ve sinemaya giden anne ve oğluna “bunların hepsi uydurma” diyen bir baba portresi çizer ve babasına hitaben “duygularımın romantik bölümünü sen kızacaksın ama, annemden tevarüs ettim.”(K.B. 164) diyerek gerçekçi ve otoriter baba figürüne vurgu yapar. Annesi ve babası arasında dengeli bir ilişki vardır Oğuz Atay’ın. Muazzez Hanım, ailede Cemil Bey’in katı taraflarını yumuşatan bir denge unsuru konumundadır. Oğuz Atay lise yıllarında resim öğretmeninin tesiriyle ressam olmak istediğini babasına söylediğinde ciddi bir tepkiyle karşılaşır ve babası ressamlığın meslekten sayılmadığını, doğru düzgün bir meslek edinmesi gerektiğini ifade eder. “Yıllar sonra “Tutunamayanlar”ın Selim’ine şöyle dedirtecektir Oğuz Atay: “Üç çeşit meslek varmış: mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.“( S. 54)

Oğuz Atay bu otoriter baba figürü karşısında çok da direnemez ve hiç istemediği halde inşaat mühendisliği okur. Okul hayatı boyunca çok çalışkan ve disiplinli bir öğrenci olan Oğuz Atay, bölümünü hiç sevmediği halde bitirir hatta alanında akademik çalışma yaparak doçentliğe kadar yükselir ve uzun yıllar üniversitede öğretim üyeliği de yapar. Yıldız Ecevit, onun akademik hayatın çıkarlar üzerine kurulu rekabetçi yapısına çok fazla ısınamadığını, ancak akademisyenliğin öğretmenlik kısmını çok severek yaptığını anlatır. Öğrencileri tarafından çok sevilen bir hocadır Oğuz Atay. Hatta mevcut ders kitaplarının dillerini ve anlatımlarını beğenmeyerek,  öğrencilerinin dersi daha rahat takip edebilmesi için “Topoğrafya” isminde ders notlarından oluşan bir kitap da kaleme almıştır.

Arkadaşları arasında çok iyi fıkra anlatan esprili bir kişilik olarak tanınan Oğuz Atay, derin ve hassas yapısıyla  dikkat çeker. İçindeki kırılgan Oğuz’u espriler, şakalar ve fıkralar ile maskelemeyi başarır, ancak onun bilhassa “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar” adlı eserlerinde oluşturduğu biyografik özellikler taşıyan, aşırı duyarlı karakterleri onun gerçek kişiliği hakkında da sayısız ipuçları taşır.

Kadınlarla ilişkilerinde çekingen ve mesafeli bir tavrı olan Oğuz Atay ilk evliliğini Fikriye Hanım ile yapar. Bu evlilikten dünyaya gelen kızı Özge onun tek evladıdır.  Oğuz Atay’ı kafa olarak doyurmaktan uzak bir kadın portresi çizen Fikriye Hanım ile Atay arasındaki bu evlilik boşanmayla sonuçlanır. “Tehlikeli Oyunlar” romanında Hikmet’in karısı Sevgi büyük ölçüde Fikriye Hanım’dan mülhem oluşturulmuş bir karakterdir. Evlilikte aradığını bulamayan ve tek kalesi kitaplara sığınan Oğuz Atay, evli olduğu yıllarda -Fikriye Hanım’ın ifadesine göre- evde beş bine yakın kitap biriktirmiştir. Gerçek bir bibliyofil olan ve sabahlara kadar durmaksızın okuyabilen Atay’ın çok güçlü bir belleğe de sahip olduğu gözönünde bulundurulduğunda karşımıza çok kültürlü bir yazar portresi çıkmaktadır.

Oğuz Atay karısından ayrıldıktan sonra o yıllarda eşinden yeni ayrılmış olan Sevin Seydi ile büyük bir aşk yaşar. Sevin Seydi ressamdır ve aynı zamanda da çok iyi bir okurdur, dünya edebiyatını çok yakından takip eder. Birlikte yaşadıkları dönemde ilham perisinin etkisiyle ilk romanı “Tutunamayanlar”ı kaleme alan Oğuz Atay, romanı  onunla birlikte yaşadığı dönemde bir yılda yazıp bitirir. Sevin Seydi onu; dünya edebiyatı, kuramlar, yeni biçem denemeleri konusunda ciddi anlamda besler.  Okuduklarını sürekli Atay’la paylaşır. Ayrıca Oğuz Atay romanı yazarken Sevin Seydi de diğer yandan romanı İngilizceye çevirmektedir. En büyük iki romanını ithaf ettiği bu özel kadın, Oğuz Atay’ın hayatı boyunca devam eden büyük aşkıdır. “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar”ın ilk baskılarının kapaklarını da resimleyen bu sıra dışı kadın ne yazık ki Oğuz Atay’ı terk edip Londra’ya taşınır. Yıldız Ecevit’in tüm çabalarına rağmen Sevin Seydi Oğuz Atay hakkında tek bir cümle bile bilgi vermemiştir, bu sebeple kitabın “Sevin” bölümü daha çok Atay’ın etrafındaki dostlarının tanıklıkları ve kurmaca dünyada Atay’ın yazdıkları üzerinden oluşturulmuştur. Bu terk ediliş Oğuz Atay’ı inanılmaz derecede büyük bir boşluk içine düşürür. “Tehlikeli Oyunlar”, Atay’ın bu terk ediliş yıllarına denk düşen romandır. Romanda Hikmet’in sevgilisi Bilge, Sevin Seydi’den izler taşır. Bu büyük aşk Sevin Seydi’nin Oğuz Atay’ı terk etmesi ile son bulsa da dostlukları ömür boyu sürer. Günlüğünde sık sık “Sevin’e bunu yazmalıyım” şeklinde ifadeler dikkat çeker. Sevin Seydi de hayatı boyunca Oğuz Atay’a olan desteğini sürdürür, hatta beyin tümörü teşhisi ile Londra’ya tedavi için geldiğinde bu destek artarak devam eder. Eserlerinde ironik bir dil kullanan Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” romanında Sevin Seydi’den ilham alarak oluşturduğu -romanda ismi Günseli olur- on beşinci bölümde hiç ironi yapmaz Oğuz Atay. Yıldız Ecevit bu durumu şu sözlerle anlatır:

Bir tek, romanı yazarken dorukta yaşadığı Sevin Seydi’ye olan aşkını bunun(ironi ağının) dışında tutar, bunun için de ona beslediği yoğun duyguların coşkuyla anlatıldığı 15. Bölüm, metindeki ironi ağının dışındadır.”(s.272)

Atay bu sebeple AŞKINI CİDDİYE ALAN ADAM’dır. O hayatı boyunca aşk ile yaptığı her şeyi de büyük bir ciddiyetle yapar.

20180920_173142

20180920_173258

Oğuz Atay, kişilik olarak çok dürüst, her zaman doğru bildiği yolda ilerleyen, idealist ve çok çalışkan bir insandır. Bir şekilde onunla çalışan herkesin ortak düşüncesi onun işini çok iyi yapan mükemmeliyetçi bir kişiliğe sahip olduğu yönündedir. “Meydan Larousse” adlı ansiklopedinin maddelerini tashih eden ekibin içinde de yer alır Oğuz Atay. Ansiklopedi maddelerini büyük bir titizlikle hiç üşenmeden ciddi manada bir tashihe tabi tutar. Bu tecrübelerinin izleri “Tutunamayanlar”romanına da yansımıştır.

Çok iyi bir okurdur Oğuz Atay. Tam bir Dostoyevski tutkunudur.  Nabokov, Müsil, Kafka, Joyce gibi isimler onu ciddi manada etkiler. Sıkı  bir Ulyses hayranıdır. Hesse’nin “Bozkırkurdu” romanını yabancı dilde okur ve çok etkilenir. Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet’in kişilik bölünmesini anlattığı kısımlar Bozkırkurdu’nun Harry Haller’i ile benzerlikler içermektedir.

“Tutunamayanlar”da ironi yoluyla çok sıkı bir aydın eleştirisi yapan Oğuz Atay -zülf-i yâre dokunduğu için olsa gerek- roman yayımlandıktan sonra edebiyat çevrelerine kendisini bir türlü kabul ettiremez. Her kafadan bir ses çıkan bir ortamdır o yılların edebiyat muhiti. Her sıradışı yazar gibi sağlığında kıymeti bilinmez ne yazık ki Oğuz Atay’ın. “Tutunamayanlar” yayımlandığında TRT roman yarışmasına katılır Atay. Dünya romanını çok yakından takip eden Adnan Benk’in jüride olması onun şansı olur. Benk, Atay’ın romanını çok beğenir fakat tek başına onun beğenisi romanın dereceye girmesi için yeterli olmaz. Yarışma sonunda yapılan açıklamada romana katılan hiçbir eserin derece almaya layık görülmediği, para ödülünün de birkaç roman arasında paylaştırılacağı şeklindedir ve Atay’ın Tutunamayanlar’ı da bu  romanlar arasındadır. Roman dünya edebiyatında kullanılan pek çok tekniği ve anlatım yöntemini kullanan Türkiye’deki edebiyat çevrelerinin anlayabileceği bir roman değildir, Atay’ın romanı bu sebeple kabul görmez ve taşlanır. “Tutunamayanlar” ile ilgili her kafadan bir ses çıkar.  Ancak Atay için yazmak bir tutkudur ve yazmaya devam eder. İkinci romanı “Tehlikeli Oyunlar” da benzer bir kaderi paylaşır ne yazık ki. Bu yıllarda çok yalnız bir adam portresiyle karşılaşırız. Anlaşılamamak çok yıpratır Atay’ı.

Londra’ya giden Sevin Seydi’nin moral desteğini kaybeden Atay, 1977’ye kadar sürecek olan ikinci ve son evliliğini  kendisinden 15 yaş küçük olan gazeteci Pakize Kutlu ile yapar. O yıllarda “Yeni Ortam” gazetesinde sanat muhabiri olarak çalışmakta olan 25 yaşındaki bu genç hanım, aynı zamanda tam bir kitap kurdu ve ciddi bir Oğuz Atay hayranıdır. Atay’ı sık sık ansiklopedide çalıştığı odasında ziyaret eder ve bu hayranlık zamanla aşka dönüşür. Pakize ile Oğuz Atay arasında bir bağ oluşur ve evlenirler. Oğuz Atay, sevdiği kadın tarafından terk edilmesinin ardından ilk defa mutluluğa yakın şeyler hisseder. Pakize, hayat dolu, dışa dönük ve arı gibi çalışkan yapısıyla onu hayata bağlamayı başarır. Oğuz Atay’ın Sevin Seydi’ye olan tutkulu sevgisini bilir ve onu bu şekilde kabul eder. Atay da bu enerji dolu genç hanımı sever ve bağlanır. Üç yıl gibi kısa süren evliliklerinin son bir yılı hastalıkla mücadeleyle geçer. 1976 yılının aralık ayında beyin tümörü teşhisiyle Londra’ya tedaviye giden Oğuz Atay, 1977 yılının aralık ayında ardında yarım kalmış pek çok eser bırakarak hayata gözlerini yumar. 43 yaşında gencecik bir yazarın erken ölümü trajiktir, ancak daha trajik olan -yakın dostlarını hariç tutarsak- Atay’ın kıymeti bilinmemiş bir yazar olmasıdır.

 

“Ben Buradayım” gibi bir kitabı üç beş sayfalık bir yazıya sığdırmak neredeyse imkansız, benim burada yapmaya çalıştığım şey bu kitaba dikkat çekmek olabilir sadece. Eğer Oğuz Atay’ı, onun fikir dünyasını, yaşamına dokunan insanları, eserlerini yakından tanımak isterseniz “Ben Buradayım” sizi bekliyor. Bu yazıyı sonuna kadar okuyan kitap dostlarıma çok teşekkür ediyorum. Umarım lafı uzatarak çok sıkıcı olmamışımdır.

 

20180918_101730

0

KAYBEDENLER KULÜBÜNÜN HÜZÜNLÜ “PALYAÇO”SU OLMAK

pandomim

 

 

“Ağlamak istiyordum, fakat yüzümdeki makyaj mani oluyordu. Çatlaklarına rağmen güzel olmuştu; gözyaşları berbat ederdi onu. İş bittikten sonra ağlayabilirdim, cesaret edebilirsem.”

 

 

Hepimiz hayatımızın bir noktasında büyük kayıplar yaşamışızdır. Bu kayıplar karşısında her birimizin reaksiyonu farklı farklıdır. Kimimiz kaybı kazanca dönüştürür, bu kayıpla ruhunu olgunlaştırır, hayata daha bi tutunur; kimimiz de kaybı içinde derinleştirerek bu kaybedişi ruhunda bir uçuruma dönüştürür, en ufak bir üzüntü yaşadığında o uçuruma yeniden yuvarlanır. Öyle ki bir süre sonra artık o uçurumdan çıkacak gücü ruhunda bulamaz, her defasında çıkmak için daha fazla çabalaması gerekir. Zira ruhu yorulmuştur, yorulan ruhlar kaybolmaya daha fazla meyyaldirler, yaşamaya daha az istekli, konuşmaktan çok susmaya dönük, etrafla daha az ilgili… Böyle insanları gözlerinden tanırsınız, dalgın ve uzaktır gözleri, bir gülümsemenin arkasında maskeledikleri hüzünleri dikkatli gözlerden kaçamaz… Onlar kaybetmişler, yenik düşmüşler, sığındıkları son kale de ellerinden düşünce kendilerini hayalî kalelerin içine hapsetmişlerdir. Henrich Böll’ün ağır tempoda ilerleyen melankolik romanı Palyaço, bende derin bir hüzün duygusu uyandırdı ve bu cümleler dilimden dökülüverdi. Zira romanın kahramanı Hans, hüzünlü bir palyaço. Görevi insanları güldürmek olduğu halde hayatındaki derin hüznü palyaço makyajının ardına gizleyerek etrafındakilerden saklayan, saklamaya çalışan bir “kaybeden” diğer bir deyişle.

Okumaya devam et

2

SÜKÛT SIĞINAĞI

Suskun bir akşamüstüydü. Bulutsuz ve dingin gökyüzü altında göz alabildiğince uzanan çimenlerin üstüne bağdaş kurup oturdu. Havada; karanfil, şebboy, çam, dut, erik, zeytin ve çimenin temiz havayla karışarak oluşturduğu sessiz bir koku vardı. Bu sessizlik kokusuna kuşların, böceklerin ve çekirgelerin rüzgarın fısıltısıyla karışan ruh arıtıcı şarkıları karışıyor, bu sessiz şarkı insan ruhunun kirlenen noktalarını teker teker temizliyordu. Gözlerini kapattı. Kapalı gözlerini önce toprağa indirdi. Biliyordu, toprak onu sessizce dinler ve yargılamadan anlardı. İçinden bile konuşmadı, sadece sessizliğin kokusunu içine çekti, kuşların şarkısı yükselmiş, akşamın hüznü bahçenin her yanını sarmıştı. Kapalı gözlerini bu defa bulutsuz ve dingin gökyüzüne çevirdi. İçinde biriken kelimeleri düşündü, kelimelere dokunmaya kıyamazdı çok zaman. Onları dinler, anlar ama sayfalara dökemezdi.

Bir kımıltı hissetti, tenine sürtünen bir varlığın sessiz dokunuşuydu bu. Bir yandan sürtünüyor, öte yandan mırıldanıyordu. Çok geçmeden kucağına atladı sarı tüy yumağı. Genç kadın gözlerini açtığında yavru kedinin ıslak, sarı gözleriyle karşılaştı. Sevgisini koşulsuzca sunuyordu genç kadına. Çağrılmadan gelmiş, hiç soru sormamış, yük olmamış, içten varlığını karşılıksızca sunmuştu.  Bir yandan mırıldanıyor, bir yandan da minik patilerini genç kadının yanaklarında gezdiriyordu. Bu iki varlık, bu sonsuz gibi görünen gökyüzü altında kuş cıvıltıları arasında birbirlerinin varlığı karşısında eriyordu işte. Sarı kedi, genç kadının dolan gözlerine şefkat dolu bir mırıltıyla bakıyor, onu yargılamadan, incitmeden olduğu gibi seviyor, genç kadın da onun yumuşak tüylü başını sessiz dokunuşlarla okşuyordu. Bu iki varlık tabiatın derin temasından nasibini almış, akşamın çöken hüznü onların varlıklarına karışarak toprak, deniz ve göğün dokunuşuyla başkalaştırmıştı. Sarı kedi, sevgisini koşulsuzca sundu ve gitti. Ardında bir acı bırakmadan, incitmeden, bedel ödetmeden, sorgulamadan gitti. “Bu dünyanın insanları da kedileri gibi olsalardı…” diye bir cümle kurmak istedi genç kadın, sustu sonra. Susmanın konuşmaktan daha çok şey anlattığını anlayalı beri susmaları ruhuna yorgan edinmişti. Sıcacık, sarıp sarmalayan bir yorgandı susmak. Konuştuğunda ödediğin bedellerden seni koruyan, şefkat dolu bir örtü, sükuttan oluşmuş bir sığınak…