0

“METİNLERARASI İLİŞKİLER” KİTABINA DAİR

Bir akademisyen olan ve halen Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde profesör olarak görevine devam eden Kubilay Aktulum’un “Metinlerarası İlişkiler” adlı kitabına tanıtıcı nitelikte bir inceleme yazmak istedim. Zira metinlerarasılık, edebiyatla bir şekilde meşgul olan herkesin sıklıkla duyduğu bir kavram. Kristeva’nın 1960’larda ortaya attığı bu kavramın tarihçesi aslında çok daha eskilere ünlü Rus kuramcı Mikhail Bakhtin’e (1895-1975) kadar dayandırılıyor. (Bakhtin bu kuramdan “söyleşimcilik” olarak söz ediyor.)Dünyada tarihi bu kadar eskilere dayanan bir konuyu bizde detaylı bir çalışmayla kitaplaştıran ilk isim ise Kubilay Aktulum.
Aktulum, doktorasını 1994 yılında Aix-Marseille Üniversitesinde (Fransa) “Modern Fransız Edebiyatı” adlı çalışması ile bitiriyor ve “Metinlerarası İlişkiler” adlı doçentlik tezini 1999 yılında sunuyor. Bendeki kitabın baskı tarihi 2000. Metinlerarasılık konusundan bahseden başka çalışmalar var elbette ama Kubilay Aktulum bu konuyu tabir-i caizse dört başı mamur bir şekilde ortaya koyan ilk isim. Ben de işte tam da bu sebepten dolayı bu konuyu merak edenler, ilgi duyanlar için kitap hakkında çok genel bilgi veren bir inceleme kaleme almak istedim. Ancak baştan belirteyim, ne yazık ki kitabın baskısı mevcut değil. Ben de kitabı fotokopi usulü çoğalttırıp ciltlettirdim. Bu kadar önemli bir kitabın yeniden basılmamasının nedenini tam olarak bilemiyorum. Biraz zorlayıcı bir dili var kabul ediyorum, ama netice itibariyle birtakım terimleri Türkçede ilk defa siz kullanıyorsunuz onları Türkçeleştirmek de size düşüyor büyük ölçüde. Kolay bir iş değil Kubilay Aktulum’un yaptığı. Yine uzattım girizgahı. Şimdi de kitabı okurken tuttuğum bazı notları sizlerle paylaşmak istiyorum bir fikir vermesi için. Kolay takip edilebilmesi için başlıklandıracağım.
METİNLERARASILIK NEDİR?
“Kristeva’nın ortaya attığı ve 1960’lı yılların sonlarından başlayarak her yazınsal çözümlemenin artık zorunlu bir aşaması olarak görülen metinlerarası, kabaca, iki ya da daha çok metin arasında bir alışveriş, bir tür konuşma ya da söyleşim biçimi olarak anlaşılmalıdır. Bir yazar başka bir yazarın metninden parçaları kendi metninin bağlamında kaynaştırarak yeniden yazar. Her söylemin başka bir söylemi yinelediğini, her yazınsal, metnin açık ya da kapalı bir biçimde önceki metinlerden, yazınsal gelenekten izler taşıdığını savunan yeni eleştiri yanlıları onun ‘alıntısal’ özelliğini göstermeye uğraşırlar. Hepsi de metnin bir alıntılar toplamı olduğunu, her metnin eski metinlerden aldığı parçaları yeni bir bütün içerisinde bir araya getirdiğini ileri sürerler. Kısacası, bu bağlamda, her yapıt bir metinlerarasıdır.” (…)
“La Bruyere’in söylediği gibi, ‘Her şey daha önce söylenmiştir’, ‘Yedi bin yıldır insanlar vardırlar ve düşünmektedirler” Yazın hep aynı içeriğin yinelenmesinden başka bir şey değildir.” (Aktulum, 17-18)
METİNLERARASILIK YÖNTEMLERİ
Kubilay Aktulum, temelde iki tip metinlerarası ilişki olduğunu söyler. Bu ilişkiler; ‘ortakbirliktelik ilişkisine dayanan metinlerarası ilişkiler ile “türev ilişkisi”ne dayanan metinlerarsı ilişkilerdir. Alıntı, gönderge, açık veya gizli alıntı, anıştırma ortak birliktelik ilişkisine dayanan metinlerarası ilişkilerdir. Yansılama (parodi), alaycı dönüştürüm, öykünme (pastiş) ise bir türev ilişkisine dayanan metinlerarası ilişkilerdir. (Aktulum, 93-94).
A. ORTAKBİRLİKTELİK İLİŞKİLERİ
1. Alıntı ve Gönderge:
Alıntı, metinlerarası ilişkinin en belirgin biçimidir. Aynı zamanda ilk akla gelen ve en sık kullanılan metinlerarası yöntemdir. İleri sürülen bir görüşü açıklamak, ya da desteklemek için bir yazar ya da sözü geçen birinden alınan parça olarak tanımlanabilir.
Bir diğer metinlerarası yöntem de göndergedir. Gönderge , alıntının aksine bir metinden alıntı yapmadan, okuru doğrudan bir metne gönderir. Gönderge; yazarın hayal gücüne bağlı olarak bir çağa, bir geleneğe, bir sanat eserine (kitap, resim, müzik, heykel vd.), bir kahramana, kutsal kitaplara ve daha pek çok unsura yapılabilir. Burada yazarın amacı, yeni anlam alanları yaratarak anlatmak istediklerini daha rahat ifade ederek anlatıyı zenginleştirmektir. Bu bağlamda bilhassa alt yapı sahibi okur, okuma deneyimi ile kendisi için zengin bir dünyanın kapılarını ardına kadar aralamış olur.
2.Gizli Alıntı-Aşırma
Gizli alıntı ya da daha açık ifadeyle “aşırma” herhangi bir metin parçasının ayraç ya da italik yazı kullanılmadan başka bir metin içerisinde kullanılmasıdır. Bir yazarın kendi ürünü olmayan bir yapıtın kimi bölümlerini ya da bütününü, metni içinde kaynak göstermeden bir şekilde kullanması, bunu kendi ürünüymüş gibi göstermesi, sahiplenmesi olarak da tanımlanabilir. (s.103)
3.Anıştırma:
Metinlerarasılığın sık kullanılan yöntemlerinden biri de anıştırmadır. Açık seçik bir göndermede bulunmadan bir kişi ya da nesne konusunda düşünceyi uyarma biçimi olarak tanımlanabilir. Göndermeden farklı olarak söylenmesi gereken şey doğrudan belirtilmek yerine sadece telkin edilir. Kişi ya da nesne konusunda yarım bilgi verildiğinden, anıştırma örtülü söylemle eş anlamlıdır. (s. 109)
B. TÜREV İLİŞKİLERİ
1.Yansılama (parodi):
Yazın alanına uygulandığında yansılama (parodi) bir metni başka bir amaçla kullanarak, ona yeni bir anlam yüklemektir. Bir yapıtı değiştirip yeni bir yapıt oluştururken aranan şey daha çok destan türüyle (aynı biçimde soylu ya da, yalın bir biçimde, ciddi olarak kabul edilen bir tür ile) alay etmektir. Bunu yaparken de yazarlar genellikle soylu, ciddi bir metni, çoğunlukla sıradan başka bir metne, ya da soylu bir metnin biçemini -çoğunlukla da destanın biçemini- hiçbir kahramanlık olayı anlatmayan sıradan bir konuya uyarlarlar. (s.117-118)
2.Alaycı (Gülünç) Dönüştürüm:
Bir yapıtın konusunu değil, biçemini değiştiren bir yöntemdir. Bir başka deyişle “alaycı dönüştürüm” konusu değişmeden kalan bir yapıtın, sıradan bir biçemde yeniden yazılmasıdır. Yansılama (parodi) ile arasındaki temel fark da budur. Yansılama, bir yapıtın şeklini muhafaza edip konusunu değiştirirken, alaycı (gülünç) dönüştürüm ise konuyu muhafaza edip biçemini değiştirir. (s.118) Bu yönteme başvuran yazarın amacı, dönüştürdüğü yapıt konusunda “yergi” yapmak ve eğlendirmektir. (s.126)
3.Öykünme (pastiş):
Öykünme, bir yazarın bir yapıtın biçemini taklit etmesidir. Öykünmenin gerçekleşebilmesi için yazarın dil ve anlatım özelliklerinin taklit edilmesi gerekir. Ancak öykünme sadece biçemsel taklitle sınırlı değildir, bir metnin özgün içeriği, izleği de taklit edilebilir. Bir yazar başka bir yazarın biçemini kendi biçemiymiş gibi benimseyerek, okurun üzerinde oluşturmak istediği etkiye göre kendi metnine sokarak ya da özgün metnin içeriğini kendi metnine uyarlayarak yeni bir metin ortaya çıkarır. (s.133)
Aktulum, METİNLERARASI İMGELER başlığı altında da bazı yöntemlerden bahseder. Onlardan da fikir vermesi için kısaca bahsetmek istiyorum:
1. Palempsest:
Palempsest, adını 7. yüzyıldan 12. Yüzyıla kadar ekonomik nedenlerden dolayı kağıt israfını önlemek için tekrar tekar kullanılan, rulo ya da kitap sayfası biçimindeki parşömenler olan palempsest’ten alır. Genette, eski bir yapının yeni bir yapıya yeni bir işlevle katılması olan metinlerarası ilişkilerin kafada yarattığı düşünceyi, “eski bir imge” olan “palempsest” sözcüğüyle belirtir. Palempsest, üzerine yeni metinler yazılsa bile bu metinlerin tek bir kaynağı ve kökeni vardır. Kağıt üzerine yazılan ilk yazılar her ne kadar silinmiş olsa da sonraki metinler o ilk yazıdan izler taşırlar. Bu bağlamda palempsest kuramına göre, yeni icat edilen şey aslında yalnızca daha önce söylenmişe dayanır, onun yinelenmesinden başka bir şey değildir. Yazmak yeniden-yazmak ve başka yapıtları okumaktır. Yazın bir palempsest’tir.
2. Kolaj-Brikolaj:
Daha önce var olan yapıtlardan, nesnelerden, iletilerden belli sayıda unsuru alıp yeni bir yaratı içine sokmak olan kolaj (yapıştırma) 1910’lu yılların başında plastik sanatlar alanında doğar. Yapıştırma resim olarak da bilinen kolaj yöntemi, görsel sanatlarda özellikle 1912-1913 yıllarında kübist ressam Braque ve Picasso tarafından uygulanır. Bu yöntemle resim dışı unsurlar tuvalin üzerine yapıştırılarak tablonun düzenlenmesinde hareket noktası olarak alınır. Kolaj yöntemi, resim dışı unsurları bir araya toplayıp montajlamaya dayandığı için yer aldığı yapıtta bir ayrışıklık yaratır.
Kolaj tekniği metin alanına uygulandığında, metin dışından alınan her ayrışık unsurun bir bütün oluşturacak şekilde montajlanıp, belli bir düzgüye göre belirlenmiş bir yapıt içerisine sokulması işlemidir. (223) Metinlerarası kolaj, ister sözsel olsun ister olmasın, yeni bir bütün içerisine sokulan gazete manşetlerine, makalelerine, ilanlara, resmi belgelere, afişlere, prospektüslere, broşürlere, başka metinlerden parçalara; kimi zaman da moda şarkılara, opera parçalarına, radyo anonslarına vb. daha önce düzenlenmiş ayrışık unsurlara gönderir. (224) Tek bir sözcükten başlayıp çok uzun parçalara kadar, alıntılanarak yeni bir yapıta sokulan ayrışık tüm unsurlar bir kolaj işlemi gerçekleştirir.(228) Metin dışından ya da yazarın kendi yapıtlarından alıntıladığı unsurlar yeni bir bağlamda yinelenip tekrar yazıldığında kolaj meydan gelir ve metinlerarasılık gerçekleşir.
3. Yeniden yazmak:
Yeniden yazma genel olarak, hangi türden olursa olsun, önceki bir metnin, onu taklit eden, dönüştüren, açık ya da kapalı bir biçimde ona gönderen bir başka metinde yenilenmesi olarak tanımlanır. (236) Ancak yeniden yazmayı sadece başka yazarların eserlerinin yeni bir eserde kullanılması ile sınırlandırmamak gerekir. Bir yazar, düzeltmek, derinleştirmek gibi amaçlarla kendi eserini de yeniden yazabilir. Bu durumda metinlerarasılık çoğu zaman bir “öz metinlerarasılık” ya da bir “öz yeniden yazma” biçimine bürünür. Böyle durumlarda yazarın yeni yazdığı yapıtta eski yapıtın izleri sürülebilir. (s.236-237)
Kitabı okuyanlar beni anlayacaktır, bu inceleme biraz suyunun suyu gibi oldu:) Ancak yine de kitabı okumayanlar için özet mahiyetinde tanıtıcı bir yazı yazmak istedim. Umarım bu yazı, “Metinlerarasılık” kavramını artık zihninizde daha net hale getirmiştir. Buna vesile olabilirsem ne mutlu bana…

0

LAURA ESQUIVEL’İN “ACI ÇİKOLATA” ROMANINA DAİR: İÇİMİZDEKİ KİBRİT ÇÖPLERİ

Sizlere iyi bir profiterol yapmanın sırlarını aşama aşama açıklayabilirim. Çikolata yaparken ürünün parlak görünmesi için temperlemenin ne kadar önemli olduğundan bahsedebilirim. Ya da pandispanyanızın iyi kabarıp çökmemesi için biraz nişasta eklemeniz gerektiğini söyleyebilirim. Ayva tatlısına kırmızı rengi hibiskusla, o nefis rayihayı da kabuk tarçın ve karanfille verebileceğinizi detaylarıyla anlatabilirim. Zira mutfak sanatı da edebiyat gibi ilgi alanlarımdan biri. Laura Esquivel’in “Acı Çikolata” adlı romanını okuyuncaya kadar kendimi bu anlamda yalnız sayıyor, bu ilgimi utanılacak bir şeymiş gibi kendime saklıyordum, ancak mutfak sanatıyla edebiyat sanatını bu kadar kusursuzca bir araya getiren bu romanı okuyunca fikrim değişti.

“Acı Çikolata” romanı on iki aya ayrılmış. Her aya bir tarif şeklinde yazılan romanın her bölümünün girişinde de ürünün yapılışı anlatılıyor. Böylelikle roman tam on iki bölümden -on iki tariften- oluşuyor. Romanın adının yazılı olduğu ilk sayfanın altında “İçinde yemek tarifleri, aşk öyküleri ve kocakarı ilaçları bulunan roman” şeklinde tanımlayıcı bir alt başlık olsa da “Acı Çikolata” bir yemek kitabı değil, içinde de özel yemek /tatlı tarifleri yok:(

Çok roman okudum ama yemek tarifleriyle bir hikayeyi bu derece güzel harmanlayanına daha önce denk gelmemiştim. Mutfağa girmeyi seven ve ufak tefek de olsa bu işin eğitimlerine de amatör olarak da olsa emek vermiş biri olarak edebiyat ve özel lezzetlerin bu şekilde harmanlanmasına bayıldım. Kitabın hikayesi ne derseniz, kısaca; esas oğlanın (Pedro) geleneklerden dolayı kavuşamadığı esas kıza (Tita) yakın olmak için sevgilisinin kız kardeşiyle evlenmesiyle başlayan olaylar dizisi diyebiliriz. Arka fondaki Meksika devrimi ve devrime yapılan minik atıflar da kitabı sadece roman olmak çıkartıp içinden çıktığı toplumun meselelerine duyarlı bir metin haline getiriyor. Büyülü gerçekçi unsurların da ustalıkla eklendiği roman her anlamda tadından yenmiyor:) Filmi de var, ama romanı okumayınca bazı detaylar tam anlaşılmıyor.

Romanda benzetmeler de yemekler üzerinden yapılıyor. “Büyük bir ziyafetten sonra servis tabağında unutulup,tek başına bırakılmış, ceviz soslu biber dolması bile bu kadar yalnız olamazdı.” Cümlesindeki özgünlüğe bakar mısınız? Yalnızlık ve biber dolması:) Yalnızlık ancak bu kadar vurucu anlatılabilirdi.

Romanın on iki ay ve on iki tariften oluştuğunu başta söylemiştik. Bu on iki tarifin on biri yemek ya da tatlı tarifiyken sadece bir tanesi kibrit yapımını anlatıyor. Evet yanlış duymadınız bildiğimiz kibrit. “Kibrit eczası” adını taşıyan bu bölümde bir kibrit çöpünün nasıl yapıldığı detaylarıyla anlatılıyor. Benim de başlığımda kullandığım ve bence romanın en vurucu bölümlerinden biri olan bu kısımda aslında yazar kibrit çöpleri metaforuyla bambaşka bir şey anlatıyor bizlere. Şöyle diyor yazarımız:

“Büyükannemin ilginç bir teorisi vardı. Hepimiz, içimizde bir kutu kibritle doğarız. Ama tek başımıza bunu yakamayız. Deneyde görüldüğü gibi oksijene ve mum alevine ihtiyacımız vardır. Örneğin, oksijen sevdiğimiz insanın nefesinden gelebilir. Mum aleviyse güzel bir yemek, müzik, okşamalar ya da güzel sözlerdir. Bunlardan biri parlamaya neden olur ve içimizdeki kibritlerden birini yakar. Bir an yoğun bir heyecan hissederiz. İçimize çok hoş bir sıcaklık yayılır. Bu sıcaklık zamanla yavaş yavaş yok olur. Sonra yeni bir parlama olur ve içimizde bir kibrit daha yanar. Bu duyguyu yaşamak isteyen herkes, kendi içindeki patlayıcıları keşfetmek zorundadır. Bunlar yanarak ruhumuzun beslenmesine yardımcı olur. Yani başka türlü söylersek, bu yanma ruhumuza enerji verir. Bir kişi eğer kendi tutuşturucularını zaman içinde keşfedemezse, içindeki kibritler nemlenir, hiçbir şekilde yanmaz olur. O zaman ruhumuz bedenimizi terk eder. Karanlıkların içinde el yordamıyla boş yere kendisine besin arar. (s. 110-111)

download

Çok vurucu cidden. İnsanın “yaşadım” diyebilmesi için içindeki kibrit çöplerini tutuşturan her neyse onun farkında olması gerekiyor. Aklıma Nazım Hikmet’in  “Tahir’le Zühre Meselesi” şiiri geliyor. Bana göre bu şiir sadece kadın erkek arasındaki bir aşkı anlatmıyor, tutkuyla yaşamayı ve yerine göre o tutku uğrunda ölebilmeyi de anlatıyor. Şiiri hepiniz biliyorsunuz tekrar etmeyeceğim ama “Mesela bir barikatta dövüşerek / mesela kuzey kutbunu keşfe giderken / mesela denerken damarlarında bir serumu / ölmek ayıp olur mu?” mısraları şiirin anlatmak istediği her şeyi içinde topluyor aslında. Şairin saydığı tüm bu işleri yaparken ölmek ayıp olmaz elbette, zira o hayat bir tutkuyla yaşanmıştır ve o hayatı yaşayan insan, içindeki tüm kibrit çöplerini tutuşturmuştur. İşte o zaman ölmek de yaşamak kadar anlamlıdır.  (Nazım Hikmet bu şiirde “mesela denerken damarlarımda bir serumu” dizesiyle 1928 yılında kendi üzerinde denediği bir serum -verem için bir ilaç geliştirmeye çalışırken- yüzünden hayata gözlerini yuman Aleksandr Bogdanov’a atıfta bulunmuştur.)
Şair, yürekten yaşamayı ya da yüreğinin farkında olarak yaşamayı “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da / hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil /bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte/ yani yürekte” mısralarıyla veciz şekilde ifade ederek son noktayı koyar O yürekle yaşamasını bilen gerçekten yaşamıştır ve iz de bırakır, gerisi laf ü güzaf. İçinizdeki kibrit çöplerinin farkında olarak yaşamanız dileğiyle…

0

ŞİİR-ŞEHRİN KADÎM MISRALARI V: BEYKOZ’DA ŞİİR GIBİ BİR ŞİİR MÜZESİ

Şiir denince aklıma İstanbul geliyor. Zaten bu yazı dizisinin başlığını  “şiir-şehrin kadîm mısraları” koymamın nedeni bu şehrin bunca yağmalanmaya rağmen hâlâ şiir kalabilmiş yerlerini keşfetme arzum değil miydi? İstanbul’un en şiirli semti hangisidir diye sorsanız inanın seçim yapamam. Moda bende özel çağrışımlara sahiptir, ayrı severim. Üsküdar da hâkezâ. Tarihi yarımadayı saymıyorum bile, daha önce yazdım bendeki özel yerini. Peki bu şiir gibi şehirde bir şiir müzesi olduğunu söylesem… Belki siz de benim gibi ilk defa duyuyorsunuz. İlk duyduğumda öyle heyecanlandım ki hemen gitmek ve sizlere de anlatmak istedim. İstanbul’un her ilçesinin kendine göre husûsiyetleri var. Beykoz da bende “masumiyet” kelimesini çağrıştıran bir ilçe. Neden mi? Galiba sükûnetiyle diğer ilçelere nispetle daha az yapılaşmış balıkçı kasabasını andıran mütevazı yapısıyla ve pek tabii ki bol yeşili ve mavisiyle. Böyle bir ilçeye bir de şiir müzesi ekledik mi o müzeyi gezmek de sonrasında Beykoz sokaklarında, korusunda saatlerce yürüyüp keşifler yapmak da ayrı bir keyif haline geliyor. Ben de gittim, gezdim, bolca da fotoğraf çektim. Müze henüz bir yıl önce Mehmet Akif Ersoy adına açılmış, üç katlı şahane manzaralı bir konak müzeye ev sahipliği yapıyor. Müzenin girişinde İstiklal Marşı şairimize ayrılmış ayrı bir oda da yer alıyor. Biz gittiğimizde kimseler yoktu, siz de  rahat rahat gezip tadını çıkarabilirsiniz. Beykoz uzak diye gözünüzde büyütmeyin. Üsküdar’dan kalkan Beykoz otobüsleriyle yaklaşık yarım saatte ulaşabiliyorsunuz. Beykoz durağında indiğinizde müze durağa bir dakika uzaklıkta. Gidin, gezin ve şiirle kalın…

20191031_120944

Müzenin girişindeki “Şiir Yaprakları” bölümü çok güzel düşünülmüş. Sevdiğiniz şiiri kopartıp alabiliyorsunuz. Ben de en sevdiklerimi kopartıp aldım:)

20191031_221942 (1)

eline sağlık Tanrım leyla çok güzel olmuş / Tanrım eline sağlık dünya da çok güzel olmuş/ keşke biraz ölmesem

 

20191031_121413

Müzenin bir odası Mehmed Akif Ersoy adına düzenlenmiş. Ekrandan belgesel izleyebiliyor İstiklal Marşı’nı dinleyebiliyorsunuz.

 

20191031_121613

İşte en sevdiğim kısım:) Burası aynı zamanda küçük bir seminer salonu şeklinde düzenlenmiş. Şairlerin sesinden şiir kayıtlarını böyle bir ortamda dinlemek çok keyifliydi.

20191031_123409

Bu bölümü de çok sevdim. Eski dergi ve gazeteler tavanı süslüyor. Gözümü alamadım…

20191031_123421

1951 tarihli gazetede Orhan Veli’nin Değil ve Vatan İçin şiirleri yer alıyor. “Sait Faik anketimize cevap veriyor” bölümü de çok heyecan verici:)

20191031_123251

Müzenin 3. katından manzara. Burada insan gönüllü bile çalışabilir:)

 

20191031_122857

Gördüğüm en şâirâne posta kutuları:)

20191031_12291320191031_122938

20191031_123347

“Huzur” geliyor aklıma. “Birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı daha çok seviyoruz?”

0

ŞİİR-ŞEHRİN KADÎM MISRALARI IV: YAHYA KEMAL MÜZESİ’NE DAİR

Beyazıt’ta tramvaydan inmiş Divan Yolu’nun keşmekeş insan seli içinde kendime bir yol açarak yürümeye çalışıyordum. Kafamda binbir düşünce boş gözlerle etrafıma bakınırken Meral Uğurlu’nun “Dönülmez Akşamın Ufkundayız”ı söyleyen yumuşacık ama gürül gürül sesi beni kendisine doğru çekti. Hipnotize olmuş gibi İstanbul Fetih Cemiyeti’nin kapısından içeri girdim. Şarkı yükselmiş, ortamın dışarıya inat sükûneti içime işlemişti. Her şeyden sıyrıldım: kafamdaki düşüncelerden, dışarıdaki insan selinden, tramvayın çığlıklarından… “Ya Lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül” dizesiyle biten şarkı ruhuma nüfuz etmişti. Yahya Kemal’e dair çok şey okumuş pek çok şiirini de ezberlemiş biri olarak büyük şairin “Rindlerin Akşamı” şiirinin bir Münir Nurettin bestesi olan “Dönülmez Akşamın Ufkundayız” o gün ayrı dokundu yüreğime. Yahya Kemal Müzesi’ni ziyaret etmek, büyük şairin  kişisel eşyalarının yarattığı atmosferin ruhunu koklamak istedim o an. Görevlilerden rica edip kapıyı açtırdım ancak içeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için fotoğraf çekemedim, ancak yine de bir fikriniz olsun diye görevlinin verdiği broşürdeki bazı fotoğrafları  sizlerle paylaşacağım.

Müzedeki her parça çok kıymetli göründü gözüme, fakat bilhassa ikinci kattaki eşyalar içinde yer alan kurutulmuş çiçek ve üzerindeki not ayrı dokundu, bir yandan şarkının üzerimdeki etkisi diğer yandan şairin bu şâirâne inceliği bilhassa günümüz şartları düşünüldüğünde çok kıymetli ve açıkçası biraz da erişilmez geldi gözüme.

(Bu zarfın içindeki hatıra: 19 Ağustos 1940’ta Sirkeci Garı’nda gece saat 10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçekten koparıp kuruttuğum bu iki yaprağı daima hıfzedeceğim.)

20191010_191510

Yahya Kemal’in Park Otel’de kalırken kullandığı çalışma masası ve sandalyesi, seyahatlerde kullandığı Y.K amblemli valizi, annesinin,  arkasına Yahya Kemal’in doğum tarihini not düştüğü Kur’an-ı Kerim, sevdiği kadından yadigar kalmış bir tutam saç teli,  siyah beyaz fotoğraflar, smokini, şapkaları ve daha pek çok kişisel eşyasını görmek istiyorsanız sizi Yahya Kemal Müzesi’ni ziyaret etmeye davet ediyorum. Müze, hafta içi 10.00-16.00 saatleri arasında ziyarete açık.

İstanbul’a sonbaharın çok yakıştığını düşünüyorum. Ayaklarımın altında bastıkça hışırdayan kuru yapraklar, tatlı tatlı esen serin rüzgâr, nazlı nazlı salınan ağaç dalları ve sonbahara dair her ne varsa hepsi bana çok etkileyici geliyor, tıpkı bir tablonun birbiriyle uyumlu tüm parçaları gibi. Ben izninizle Yahya Kemal’in Sonbahar şiirini de bu tabloyu tamamlaması için buraya ekliyorum:

Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.
Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ;
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.
Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir;
Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir;
Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.
Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.
Dünyânın ufku, gözlere gittikçe târ olur,
Her gün sürüklenip yaşamak rûha bâr olur.
İnsan duyar yerin dile gelmiş sükûtunu;
Bir başka mûsıkîye geçiş farzeder bunu;
Teslîm olunca va'desi gelmiş zevâline,
Benzer cihâna gelmeden evvelki hâline.

Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya,
Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya,
Duymaz bu ânda taş gibi kalbinde bir sızı:
Farketmez anne toprak ölüm mâceramızı.

YAHYA KEMAL MÜZESİ’NİN TARİHÇESİ

Yahya Kemal Beyatlı’nın 1 Kasım 1958 tarihinde vefatı üzerine İstanbul Fetih Cemiyeti’nin 7.11.1959’da yaptığı Yönetim Kurulu toplantısında, Nihat Sami Banarlı’nın teklifi ile Yahya Kemal’in hayatı, şahsiyeti, fikirleri, sanatı, eserleri ve tesirleri hakkında çalışmalar yapmak amacıyla bir Yahya Kemal Enstitüsü kurulmasına karar verilmiştir. Bu enstitü vasıtasıyla Yahya Kemal’in sağlığında kitap haline gelemeyen yazı ve şiirlerinin yayınlanmasına karar verilmiş, el yazısı notları ve şiirleri ile özel eşyaları toplanarak bir Yahya Kemal Müzesi kurulmuştur. Yahya Kemal Enstitüsü bugüne kadar kıymetli şairimizin şiir, yazı ve notlarını on iki kitapta toplamıştır. Ayrıca Yahya Kemal ile ilgili yazılı çalışmaları şu ana dek beş sayısı çıkmış bulunan Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası’nda neşredilmiştir. Özel eşyalarının, el yazısı notlarının şahsî kütüphanesindeki kitaplarının ve çeşitli hatıra fotoğraflarının sergilendiği müze, 1961’de İstanbul Fetih Cemiyeti’nin bünyesinde ziyarete açılmıştır. 2009 yılında da tarihi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi’nin Sıbyan Mektebi bölümü restore edilerek Yahya Kemal Müzesi bu binaya taşınmıştır.

MERZİFONLU KARA MUSTAFA PAŞA KÜLLİYESİ’NİN TARİHÇESİ:

Yahya Kemal Müzesi, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi içinde yer alan Sıbyan Mektebi bölümünde yer almaktadır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Sultan 3. Mehmet döneminde 1676 yılında sadrazam olmuş 2. Viyana Kuşatması’nın başarısız olması sebebiyle 1683 yılında Belgrad’da idam edilmiştir, kendi ismi ile anılan külliye Osmanlı sanatının klasik döneminin son bölümünde yer alır. Külliyenin inşaatı Kara Mustafa Paşa tarafından başlatılmış ve inşaatın yaklaşık yarısı hayattayken tamamlanmıştır. Medrese kitabesine göre İnşaat 1690 yılında bitirilmiştir. Yapıldığı dönemde Darülhadis Medresesi olan külliyenin unsurları şunlardır: Medrese odaları, Sıbyan Mektebi, Dershane, Sebil, Hazîre ve Çarşı. Hadis öğrencilerinin kalması amacıyla yapılan on hücrenin üstü kubbe ile örtülüdür. Bu hücreler L şeklinde bir yapı oluşturur ve iç bahçenin sağ ve karşı cephelerine yerleşmiştir. Bahçenin sol tarafında sekizgen biçimi dershane ve dikdörtgen biçimli ilkokul (Sıbyan Mektebi) binası bulunmaktadır. Ayrıca bahçenin arka tarafında tuvaletler ve su deposu da yer almaktadır. 1950’lerde ön tarafında bulunan Divan yolunun genişletilmesi sırasında bazı unsurlarını ve özelliklerini kaybetmiştir. İstanbul Fetih Cemiyeti ve bünyesindeki Yahya Kemal Enstitüsü 1961 yılından beri bu külliyede çalışmaktadır.

DİVAN YOLU CADDESİ:

Divan Yolu, Eski İstanbul’un en meşhur yoludur. Bizans İmparatoru II. Konstantin (306-337) zamanında yaptırılmıştır. Bizans zamanında resmi adı “İmparatorluk Yolu” anlamındaki “Regia”, halk arasında ise “Merkez Yol” anlamındaki Mese’dir. Osmanlı Devleti’nde ise Fatih Sultan Mehmet (1451-1481) zamanında Divan-ı Hümayun’a gelen devlet adamları, toplantı dağıldıktan sonr a gösterişli bir alay ile bu yolu kullandıklarında dolayı “Divan Yolu” adını almıştı. Ayasofya önünden Beyazıt Meydanı’na kadar uzanan bu cadde, 1865 yılındaki Büyük Hoca Paşa yangınından sonra genişletilerek günümüzdeki halini almıştır. İki büyük devletin ana caddesi olan bu yol, çevresindeki birçok tarihi eser ile adeta bir açık hava müzesidir. Milion Taşı, Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi, Firuzağa Camii, İkinci Mahmud Türbesi, Köprülü Külliyesi ve Kütüphanesi, Çemberlitaş, Atik Ali Paşa Camii, Koca Sinan Paşa Külliyesi, Çorlulu Ali Paşa Külliyesi bu eserlerden bazılarıdır.

20191007_145211

0

ŞİİR-ŞEHRİN KADÎM MISRALARI III: KARİYE VE TEKFUR SARAYI MÜZELERİNE DAİR

Sur içinde kurulmuş bir semt olan Kocamustafapaşa’da dünyaya gelmiş olmaktan dolayı mıdır bilemiyorum, İstanbul’un sur içi her daim farklı görünmüştür gözüme. Her köşe başında karşımıza çıkan yatırlar, tarihî çeşmeler, sur kalıntıları, tarihî camiler her daim çocukluğumun İstanbul’unu hatırlatır bana. Evimiz; Belgratkapı, Silivrikapı ve Yedikule surlarına yürüme mesafesindeydi. Ara sokaklarda karşımıza çıkan iki katlı ahşap evler, çirkin yapılaşmaya rağmen bozulmayan mahalle havası da çocukluğumdan bana kalan birkaç anıdan biridir bu bağlamda.

Edirnekapı’daki Kariye Müzesi’ne giderken de çocukluğumun mahallesine dönmüş gibi oldum. Çınar, çitlembik, manolya, at kestanesi, ceviz gibi ulu ağaçlarla gölgelenmiş dar sokaklardaki şirin evler, Kariye Müzesi’nin tarihî yapısına eşlik eden vefalı dostlar gibi yanıbaşında bekleşiyorlardı. Hava güzeldi, tatlı bir sonbahar rüzgarı yolculuğuma eşlik ediyordu ve sokaklar da kaybolmak için beni çağırıyordu. Kariye Müzesi’ni ziyaret ettikten sonra “Tekfur Sarayı Müzesi” tabelasının peşinden gittim.

20191003_115644

İyi ki de gitmişim. Karşılaştığım muazzam hazine karşısında bir kez daha büyülendim. Pencerelerinden muazzam bir Haliç manzarasının göründüğü, tarihî olanla moderni kusursuz şekilde birleştiren “Tekfur Sarayı Müzesi” kesinlikle görülesi bir mekandı ve o gün bu keşfim beni çok mutlu etti. Bu yazıda iki mekânın tarihçesini ve fotoğraflarını  sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kariye Müzesi Tarihçesi:

Kariye Müzesi, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde büyük bir yapı kompleksi olan Khora Manastırı’nın merkezini oluşturan ve İsa’ya adanmış bir kilise yapısıdır. İstanbul (Konstantinos) surlarının dışında kalması nedeniyle binaya Grekçe kent dışı, kırsal alan anlamana gelen Khora ismi uygun görülmüştür. Kariye bu ismin Türkçeleştirilmiş halidir.

Yapının inşa tarihi kesin olarak tahmin edilememekle birlikte 6’ncı yüzyılda İmparator Justiniaus tarafından (527-565) şehir dışında harabe şeklindeki bir şapelin yerine yeniden inşa ettirildiği bilinmektedir. Kommenoslar Dönemi’nde Blackhernal Sarayı’nın yakınında olduğu için kilise önemli dini merasimlerde saray şepali olarak kullanılmıştır.

İstanbul’un fethi sırasında hiçbir zarar görmeyen yapı, Sultan II. Beyazıd devrinde Sadrazam Hadım Ali Paşa tarafından 1511 yılında camiye çevrilmiş ve yanına bir de medrese eklenmiştir. Kariye Camisi, Bakanlar Kurulu kararı ile 1945 yılında müzeye dönüştürülmüştür. Kilise dışındaki manastır yapıları zamanla yıkılarak kaybolan bina, Doğu Roma sanatında gerek mimarisi, gerek mozaik ve freskleriyle dikkat çekmektedir.

 

Tekfur Sarayı Tarihçesi:

 

Tekfur Sarayı, Bizans imparatorları tarafından 12. yüzyıldan itibaren kullanıldığı bilinen Blakhernai Sarayı kompleksinin günümüze kadar ayakta kalan, en güneyde ve yüksekteki parçasını oluşturmaktadır. Eski bir sur duvarı ile Theodosius Surları arasına inşa edilmiş üç katlı Tekfur Sarayı’nın hangi tarihte ve kimin tarafından yaptırıldığı kesin olarak bilinmemektedir.

16. yüzyıla ait Piri Reis’in İstanbul resminde üzeri çift meyilli çatı ile örtülü, bitişiğinde bulunan burç üzerindeki balkonu ve bunu koruyan sundurması ile gösterilmiştir. Yine 16. yüzyılda İstanbul’a gelen Melchior Lorichs’in İstanbul panoramasında da bina sağlam ve üzeri çift meyilli çatı ile örtülü olarak görülmektedir.

Kaynaklarda yapının bir dönem sultanın hayvanlarını barındırmak için kullanıldığı bilinmektedir. 1718-1719 yılında İstanbul’da çini yaptırılması kararlaştırıldığında Tekfur Sarayı avlusuna çini imalathanesi kurulmuştur. Burada yapılan çiniler ‘Tekfur Sarayı Çinileri’ olarak adlandırılmıştır. 1864 yılında çevredeki evlerde çıkan yangında sarayın önemli birimleri, mermer yapı taşları ile iç donanımı ve güneydoğu köşesindeki balkon büyük zarar görmüş. 20. yüzyılın başında harabe halinde olan yapının yıkılmasını önlemek için avlu cephesini taşıyan sütunlar demirden dikmelerle desteklenmiş, 1955-1970 yılları arasındaki onarımda bu demirlerin yerine mermer sütunlar konulmuştur.

Saray günümüzde, Bizans ve Osmanlı tarihinin yanı sıra İstanbul’dan dünyaya gönderilen çömlek, cam ve çini sanatlarının örneklerinin yer aldığı ve tarihlerinin anlatıldığı müze olarak hizmet vermektedir.

İBB Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı ile İznik Çini Vakfı iş birliğiyle orijinal eserlere uygun replikaların da yer aldığı müzede, İstanbul’un Haliç ve Balat bölgelerine dair ayrıntılı bilgilere de ulaşmak mümkündür. Ayrıca, Tekfur Sarayı çinilerindeki motiflerin anlamları, Tekfur çinilerinin dünyadaki örnekleri, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çini üretim merkezleri gibi geçmişe ve bugüne ışık tutan bilgilere ulaşılması da sağlanmaktadır.

 

 

0

ŞİİR-ŞEHRİN KADÎM MISRALARI II: CAFERAĞA MEDRESESİ’NDE BİR GÜN

Tarihi yarımadanın her köşesi keşfedilesi sürprizlerle dolu. Adım başı bir tarihî bina, bir ahşap ev, ara sokaklara saklanmış bir saklı bahçe yolunuzu kesebilir. Ayasofya’dan Gülhane’ye doğru inerken sağda bir sokak vardır, eğer içimizde keşfetme arzusu yoksa akışa kapılıp dümdüz aşağıya inmeyi tercih ederiz genelde, ama bazen de içimizdeki kâşif ortaya çıkar ve kulağımıza “Hadi gir şu sokağa, neler var bir gör!” diye fısıldayıverir. Ben de bir zamanlar o sokağa girmiş ve Sinan yapısı Caferağa Medresesi’ni keşfetmiştim. O zaman mevsimden mi yoksa medresenin henüz keşfedilmemiş olduğundan mıdır nedir büyülenip kalmıştım. Bir süre etrafıma bakınmış, o ânın etkisinden kurtaramamıştım kendimi. Cumartesi günü Caferağa Medresesi’ne tekrar gittim, mekân turistik bir yapıya dönüşmüştü ve sürekli gelip giden turist kafileleri mekânı işgal altına almıştı. Belki benden belki onlardan sebep o büyülenme halini bu defa hissedemedim. Bu defa mekânda en çok taşla doğanın eşsiz uyumuna odaklandım ve sanırım bu durum fotoğraflarıma da yansıdı. Taş ve doğa yüzyıllarca kardeşçe yaşamıştı ve yaşamaya da devam ediyordu.

20190921_125837

Bir de kapılar dikkatimi çekti, daldım gittim kapıların ritmine, ahengine, hissettirdiklerine. Öyle ya, kapılar önemliydi.  Girdiğimiz, çıktığımız; açtığımız, kapadığımız; önünden geçtiğimiz, fark ettiğimiz, etmediğimiz; kilitli, taş, demir, ağaç, eski, yeni… Bazen huzura, bazen huzursuzluğa açılan ya da kapanan kapılar.  Bazen görmediğimiz, bazen görmezden geldiğimiz, kilidi elimizde olduğu halde açmaya cesaret edemediğimiz… Zamanlı, zamansız, zamana yenik düşen, meydan okuyan,  hikâyelerimize şahit kapılar. Dilerim istediğiniz kapılar hep ardına kadar açık olsun. Haftaya şiir-şehir İstanbul’un başka bir mısraında buluşmak üzere şimdilik hoşçakalın.

TARİHÇE

Medrese, Kanuni Sultan Süleyman döneminde sanat ve sanatçıyı korumasıyla tanınan devlet adamı Cafer Ağa tarafından 1559 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmıştır.20190921_132358

Cafer Ağa, medrese tamamlanmadan vefat edince kardeşi Gazanfer Ağa tarafından tamamlanmıştır. Sirkeci ve Gülhane arasında yer alan Caferiye Sokağı’nda inşa edilmiş olan medrese, dönemin öğrencilerinin eğitim alabileceği bir mekan olarak tasarlanmıştır. Bu dönemde inşa edilen medreselerin külliye yapısı içerisinde inşa edilmesi yaygın olsa da, bu yapı bağımsız bir medrese binası olarak yapılmıştır. Bu özelliğinden dolayı İstanbul’un diğer medreselerinden ayrılmaktadır. İnşa edildiği tarihte 15 dershaneden oluşmaktaydı. Dikdörtgen bir plan şemasına göre inşa edilmiş olup dörtgen bir avluya sahiptir.

Giriş yuvarlak kemerli bir kapıyla sağlanmıştır. Bu kapının üzerine üç tane kitabe yerleştirilmiştir.Kitabelerden üstte olanında, Yerebatan Sarnıcı’ndan Kanuni Sultan Süleyman’ın izniyle bu medreseye su bağlanmasına izin verildiği notu düşülmüştür. Diğer kitabeler ise medreseye yardımda bulunan hayırsever vatandaşlar ile ilgilidir.Dershane odaları avlunun etrafına dizilmiş eyvanlardan oluşmaktaydı. Mimar Sinan bu medreseyi inşa ederken mimari bilgisini oldukça başarılı uygulamıştır, çünkü arazinin eğiminden dolayı bu alanı kullanmak oldukça zordu.

Yapının Günümümüzde Kullanımı:

Medrese, 1989 yılında Türk Kültürüne Hizmet Vakfı tarafından koruma altına alınmıştır. Yine bu yılda vakıf aracılığıyla yapı restore edilmiş ve bir sanat merkezine dönüştürülmüştür. Dershane odalarının sergi odalarına dönüştürüldüğü bu medresede artık geleneksel Türk el sanatları öğretilmektedir. Yapılan ürünlerin yerli ve yabancı turistlere sunulduğu bu sanat merkezi 1990’lı yıllarda ikinci kez restore edilmiştir. Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nın tek işletmesi bu yapıdır. Merkezin önemi, geleneksel Türk el sanatlarının tanıtımında büyük rol oynamasıdır. Bugün hemen hemen her yaştan insanın katılabileceği uygulamalı el sanatları öğreniminde önemli bir adımdır. Burası, ebru, hat, Osmanlıca, tezhip, minyatür, kuyumculuk, ahşap dekoratif süsleme, porselen süsleme, resim, vitray, ud, ney, bağlama gibi sanatın çeşitli dallarının öğretildiği bir merkezdir. Düzenli olarak sergilerin de düzenlendiği bu medreseye, gezi etkinlikleri de yapılmaktadır. (https://www.beyaztarih.com/ansiklopedi/caferaga-medresesi)

 

0

ŞİİR-ŞEHRİN KADÎM MISRALARI I: AYNALIKAVAK KASRI İLE ZAMANDA YOLCULUK

İstanbul, onca yağmalanmaya rağmen aslında baştan sona bir şiir-şehir. Hemen her semtinde kadîm bir mısraa rastlamanız muhtemel. Doğma büyüme İstanbulluyum, bu şehir  beni hâlâ şaşırtmaya devam ediyor. Cumartesi günü keşfettiğim ve büyülendiğim bir mekândan söz etmek istiyorum bugün sizlere: Beyoğlu ilçesi sınırları içinde yer alan Aynalıkavak Kasrı’ndan. Bahçesi ayrı, kendisi ayrı bir şiir olan bu büyüleyici mekâna girer girmez şehrin boğucu atmosferinden çıkıp birkaç saatliğine başka bir yüzyıla geçiş yaptım adeta. Bahçedeki kadim manolya ağaçları, sedirler, fıstık çamları, rengarenk çiçekler dış dünyadaki sıcak ve boğucu atmosfere inat esen tatlı hatta biraz üşüten rüzgar, beni aldı ve bambaşka diyarlara götürdü. İnanılmazdı cidden. Hiç abartmıyorum, viranelerin içine düşmüş emsalsiz bir inciydi Aynalıkavak Kasrı.

Bence hiç vakit kaybetmeden kendinize bu müthiş mekânda bir zaman yolculuğu hediye edin. Havalar hâlâ iyiyken bahçesindeki kafeteryada çay için, kahvaltı edin, manolya ağaçlarıyla göz göze gelin, diz dize oturun. Çiçeklerin renkleri içinde kendinizi kaybedin. Ruhunuza tatlı bir mola verdirip kasrın içinde ayrı, bahçesinde ayrı kaybolun. Gitmeden önce kasrın tarihçesine bir göz atmakta fayda var. Aşağıda sizin için bazı bilgiler de vereceğim. Sultan III. Selim’in bestelerini burada yapmasından dolayı kasrın alt katı da Mûsikî Müzesi olarak hizmet veriyor. Her yarım saatte bir kapılarını ziyaretçilere açan bu kadîm mekânda bir zaman yolculuğu yapmak, kasrın odaları içinde geçmişin ruhunu teneffüs etmek elimizde. Kasrın her biri birbirinden özel odalarında tarihi koklamak, başka bir yüzyılın zarif insanlarının yarattıkları olağanüstü mekânların tadını çıkarmak, zarâfetlerine hayran olmak, mekândaki yaşanmışlıktan ruhunuza taptaze enerjiler damıtmak elimizde. Bırakalım alışveriş merkezlerini, gökdelenleri, her gün birbirine inat yükselen çirkin binaları bu şehrin şiirini keşfedelim biraz da. Bugünden itibaren yedi haftalık bir “Şiir Şehrin Kadîm Mısraları” yolculuğuna çıkıyorum. Her hafta İstanbul’un başka bir şiir-mekânını keşfedeceğim. Benimle birlikte bu yolculuğa eşlik etmek isteyen herkesi bloguma bekliyorum…

 

AYNALIKAVAK KASRININ TARİHÇESİ

Osmanlı Devleti’nin İstanbul’daki 4. büyük sarayı olan Tersane Sarayı diğer adı ile Aynalıkavak Sahil Sarayı’ndan günümüze ulaşabilen tek yapı Aynalıkavak Kasrı’dır.  Okmeydanı yamaçlarından Haliç kıyılarına doğru uzanan alan, tarihi kaynaklara göre Bizans döneminde imparatorlara ait bir gezinti ve dinlenme yeridir. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı sultanlarının da ilgisini çeken bu büyük koruluk, bölgede kurulan Osmanlı tersanesinden dolayı, bahçeleri ile birlikte “Tersane Hasbahçesi” adı ile anılmıştır. Hasbahçe’de bilinen ilk yapı Kaptan-ı Derya Halil Paşa’nın Sultan 1. Ahmet için 1613 yılı sonlarında yaptırdığı kasırdır. Daha sonraki dönemlerde yeni köşkler,  kasırlar ve bunlara ait ilave yapılarla, Tersane Sarayı son şekline kavuşur. Sarayın setler halinde yükselen geniş bahçesinde, Haliç’e bakan yeni kasırlardan biri de Sultan 3. Ahmet’in şehzadeleri için düzenlenen sünnet düğününe sahne olan Aynalıkavak Kasrı’dır. Zaman içinde tersanenin büyük genişlemesi ile saraya ait yapılar birer birer yok olur. 1802-1803 yıllarında tamamen yıkılan saraydan geriye sadece Aynalıkavak Kasrı kalır.

 “Hasoda Kasrı”, “Hasbahçe Kasrı”, “Daire-yi Hümâyûn” gibi adlarla da anılan yapı bugünkü görünümüne Sultan III. Selim döneminde kavuşur ve Sultan Abdülmecid döneminde tekrar elden geçirilir.Lale Devri olarak anılan dönemin yaşantısını hatırlatan ve yaklaşık 300 yıldır Haliç kıyılarını süsleyen Aynalıkavak Kasrı, 1975 yılında milli saraylar yönetimine geçer ve 1984’te müze Saray olarak ziyarete açılır.

Kasır, kara tarafındaki cephesi tek, deniz tarafındaki cephesi iki katlı düzenlenmiş olarak eğimli zemine uygun bir yerleşim gösterir. Çifte divanhane çevresinde gelişen üç sofalı planıyla 18. yüzyıl Osmanlı saraylarının geleneksel mimari özelliklerini taşır. Sofaların bir tarafında sultan’ın önemli konuklarını kabul ettiği Divanhane ile üç oda, diğer tarafında giriş sofası ile iki oda bulunur. Dış cephede dilimli bir kubbe ile örtülü olduğu görülen Arz Odas’ının tavan eteğinde, Sultan 3 Selim’in altın yaldızlı tuğrası, pencereler üzerinde Yesârîzâde Efendi’nin talik hat ile yazdığı Enderunlu Fazıl Efendi’nin Aynalıkavak Kasrı’nı öven 54 beyitlik şiiri dikkati çeker. III. Selim’in lirik ve akıcı bestelerini yaptığı sanılan Hasoda’nın pencereleri üzerinde yine Yesârîzâde’nin talik hat ile yazdığı Şeyh Galip’in III. Selim’i öven 36 beyitlik şiiri yer alır. Tavanda Hasoda ile benzer biçimde geometrik düzen içinde bitkisel ve stilize motiflerle zenginleştirilmiş zarif bir bezeme göze çarpar.

 

AYNALIKAVAK KASRI MÛSİKÎ MÜZESİ

İsmi Aynalıkavak Kasrı ile birlikte anılan Sultan 3 Selim, iyi bir tanbûrî ve neyzen olup gerçek manada üstün bir bestekardı. Evc-ârâ’dan Şevk-efzâ’ya, Pesendîde’den Sûz-i dilârâ’ya kadar 15 makam terkip etmiş, bu makamlarda büyük ün kazanan eserler bestelemiştir. Kadîm ve az kullanılan makamlara yönelmesi sanatındaki derinlik ve inceliğe, hatta hakikate ışık tutar. Eserlerinin çoğunu gençliğinde, veliahtlık döneminde besteleyen Sultan III. Selim’in musikişinasları çevresine topladığı ve onlarla çok verimli bir dönem geçirdiği bilinir.

 Türk mûsikî tarihine III. Selim ekolü olarak geçen bu dönem, 1807’de son bulan saltanatından sonraki yıllara da derinden tesir etmiştir. III. Selim ekolü en başta Sadullah Ağa,  Küçük Mehmet Ağa ve Dede ile anılan bir ekoldür. 3 Selim’in, eserlerin notaya alınması gerekliliğini düşünerek bunun için Hamparsum ve Abdulbaki Nâsır Dede’den Türk müziği için uygun nota sistemi icat etmelerini istemesi ve Hamparsum’un icat ettiği sisteme rağbet ederek eserlerin ilk kez notaya geçirilmeleri, pek çok eserin hafızadan kayda geçirilmesini temin etmiştir.

Böyle bir geçmişe ev sahipliği yapan Aynalıkavak Kasrı’nın 1980’lerin ortalarında 3 Selim’in aziz hatırasına bir Türk müziği Merkezi yapılması düşünülmüş, dönemin Türk müziğine yakınlık duyan kimi entelektüelleri, sazendeleri, koleksiyonerleri kasra bazı bağışlar yapmışlardır. Sultan Abdülaziz’in torunu merhuma Gevheri Osmanoğlu’nun varisleri ise sazlarını, notalarını ve toplamış oldukları çeşitli müzik yayınlarını Aynalıkavak Kasrı’na bağışlamışlardır. 1997 yılında kapsamlı bir restorasyona giren ve 2010 yılına dek kapalı kalan Aynalıkavak Kasrı, zarif mimarisi ile Türk müziğine yuva olabilecek bir karakter taşır. Eski tekke ve dergâh sazları ile çeşnilenen Manol, Baron, Küçük İzmitli, Onnik Usta gibi ünlü kişilerin yaptığı bazı sazlara, 2014 yılında koleksiyoner Zeki Bülent Ağcabay’ın bağışladığı çok değerli 25 Türk müziği sazı eklenmiştir. (Kasır ve Mûsikî Müzesi ile ilgili bilgiler, Aynalıkavak Kasrı’nın tanıtım broşüründen alınmıştır.)

 

0

SAİT FAİK BELGESELİNE DAİR: “BENDEN HİKÂYESİ”

“Benden Hikayesi” adını taşıyan Sait Faik belgeselini sinemada seyrettim. Öncelikle belgeselin ismi oldukça manidardı ve “ilk cümlesinden ruhuma od düşüren kitaplar” gibi ilgimi çekiverdi. Hani “Son Kuşlar”ın muhteşem finalinde Sait Faik bugünleri görmüş gibi,

 “Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremiyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremiyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.

Der ya, işte belgesel de ismini bu son cümleden alıyor: “Benden Hikayesi” Hemen seanslarına baktım ve filmi izlemek için sinema salonuna koştum. Şimdi sizlere bu tadı damağımda kalan belgeseli elimden geldiğince anlatmaya gayret edeceğim. Anlatmak aynadaki akis elbette, siz gidin ve izleyin muhakkak, ama benim izlenimlerimi de okumayı ihmal etmeyin😊

Belgeselde Sait Faik’i Mert Er oynuyor, oyuncunun Sait Faik’e benzerliği dikkat çekici. Belgesel, Sait Faik’in  bir tepede kuşları kafesinden çıkarıp özgür bırakmasıyla açılıyor. Ardından bir kır kahvesinde görüyoruz Sait’i ve fondaki ses “Haritada Bir Nokta”nın  o çok sevdiğimiz  cümlelerini seslendiriyor:

 “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

Bu cümlelerle hazırlandığımız Sait Faik’in hayat hikayesine, Adapazarı’nda Sait Faik parkında devam ediyoruz. 1906 yılında Adapazarı’nda dünyaya gelen hikayecinin “Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi” başlıklı yazısından alınarak seslendirilen şu satırlar, insanoğlunun  yalnızlığa yazgılı olduğunu iki paragrafta en derin şekilde hissettiriyor:

Milyonluk şehirlerde de yaşasa, insanoğlunun içinde yalnızlık, kendi içine çekilme, sinme günleri doludur. Bitişik doğmadığımıza göre içimizdeki sevinçleri, kederleri başkalarıyla her an paylaşmamıza imkan mı vardır? En yakınlarımızdan bile bucak bucak kaçtığımız, derdimizi kimselere söyleyemediğimiz günlerimiz olmaz mı?

Karı koca, ana oğul, kardeş, baba, hep ayrı ayrı kederlenmez, üzülmezler mi? Müşterek kederler, müşterek sevinçler ne kadar azdır. Kendi kendimiz kadar kim paylaşır derdimizi? Gün olur dost, sevgili, arkadaş, baba, ana oğul, kardeş hep elimizi bırakıverir. Hem yapayalnız doğup kendi başımıza ölmüyor muyuz?”

1913-1916 yılları arasında Sait’in anne ve babası bir süre ayrı yaşamışlardır. Annesi Makbule Hanım, babasının akrabalarından Hacı Numan Bey’in hanımı Mürüvvet Hanım’la beraber kalır. Sait Faik ise babasının evinde babaannesi ve dedesi ile yaşar; annesini ancak haftada bir gün görür. Henüz ilkokul çağındayken anneden bu ayrılış, onun daha sonraki yıllarda annesine aşırı düşkün bir insan olmasına neden olacaktır.

Ayrılık sonrası tekrar bir araya gelen aile, 1924 yılında  İstanbul’a göç eder. Şehzadebaşı Bozdoğan Kemeri, Kirazlımescit Caddesi No:7’deki evlerine taşınırlar. Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesi’ne kaydolur. Evlerinin arkasındaki türbede yatan ölülerin kocaman kavukları, servi ağaçlarına tırmanan çocuklar, Kirazlı Mescit sokağı gibi detaylar hikayesine hep bu yılların yadigarıdır.

1925 yılında Sait Faik “iğne olayı” nedeniyle İstanbul Erkek Lisesi’nden atılır ve öğrenimine Bursa Erkek Lisesi’nde devam eder. İlk öyküsü olan “İpekli Mendil”i edebiyat hocası Mümtaz Bey’in verdiği ödev üzerine yazar. Mümtaz Bey, hikayeyi değerlendirirken Sait Faik’in üslubunu dağınık bulmuştur. Bu dağınıklık ömür boyu onun hayatının bir parçası olur ama belki de Sait Faik’i Sait Faik yapan da tam da bu dağınıklıktır aslında.

1928 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümüne üç sömestir devam eden Sait Faik, vaktinin çoğunu okuldan çok Beyoğlu’nda geçirdiği için başarılı olamaz. Maddi durumu iyi olan babası onu 1930 yılında eğitim alması için İsviçre Lozan’a gönderir. Ancak Sait Faik burayı hiç sevmez ve oradan Fransa’nın Grenoble şehrine geçerek burada Edebiyat Fakültesi’ne devam eder. Ancak Fransa’da kaldığı üç buçuk yıl zarfında da okulla pek alakası olmaz, daha çok Fransa’nın edebi muhitini tanımak peşindedir ve avare şekilde gezerek geçer bu yıllar da. Sonrasında Sait Faik Orta Avrupa ve Tuna nehri üzerinden Türkiye’ye döner.

Döndüğünde babası ona, bir ortakla birlikte kuru fasulye ticareti yapmak üzere bir zahire dükkanı açar. Sait Faik’in bu yıllara dair anlattıklarına göre; üst katta bir depo vardır ve fasulyeler orada depolanmaktadır. Sait Faik, ortağına ne zaman fasulyeleri sorsa adam fasulyelerin satılamamasından dert yanmaktadır. Ancak bir gün Sait, tesadüfen yukarıdaki depodaki çuvallarda ceviz olduğunu fark eder. Bu durumu babasına anlatan Sait Faik, babasının uyarısıyla kandırıldıklarını fark eder. Ortağı bütün fasulyeleri satmış, onların yerine de başkalarının cevizlerini depolamıştır.  Ortak, o günden sonra satılan fasulyelerin parasını da alarak sırra kadem basar. Bu tecrübe sonrasında anlaşılır ki Sait Faik bu işlerin adamı değildir. Yazıları dergilerde yayımlanmaktadır ancak bu yazılardan henüz bir gelir elde edememektedir.

download

Belgeselde Sait Faik’i tanıyan kişilerin tanıklıklarına da yer verilmiştir. Ara Güler, onun en meşhur fotoğraflarından birini çekmiş onu yakından tanımış bir isim olarak Sait Faik’i anlatır.

Sait Faik’in bakkalı Orhan Tuncer de Sait Faik’i yakından tanıyan isimlerden biridir. Sait Faik, ondan sık sık alışveriş yapmaktadır, aralarında bir dostluk kurulmuştur.  Bir gün Orhan Tuncer tesadüfen Sait Faik’in kitabının çıktığını öğrenir ve “Kitabın çıktı madem neden haber vermiyorsun” diye Sait’e sitem eder. Bunun üzerine Sait Faik ona kitabını verebileceğini, ama kitap bedeli olarak bir lira vermesi gerektiğini söyler. Orhan Bey bir lirayı verir. Sait Faik koşa koşa evden “Şimdi Sevişme Vakti” adlı kitabını getirir ve imzalar. Kitabını “Burgazada’nın ve dünyanın kitaba para veren ilk bakkalı Orhancığıma” şeklinde imzalayan Sait Faik, para istemesinin nedenini de açıklar: O güne kadar yazdıklarından hiç para kazanamamıştır ve Orhan Bey’den aldığı bu para ile kitaptan para kazanma zevkini tatmak istemiştir.

Sait Faik, yazdıklarından para kazanmadığı halde yazmaya devam eder. Bir gün Rıfat Ilgaz, Sait Faik’in Burgazada’daki evine gelerek bir yazısını ister. Sait vermek istemez. Rıfat Ilgaz da otuz beş lira nakit para çıkarır ve yazısını tekrar ister. Bunun üzerine Sait Faik “Sen o parayı cebine koy, birazdan sofraya oturduğumuzda çıkar ver.” Diyerek parayı iade eder. Annesinin gözü önünde hadise tekrar cereyan eder. Sait Faik’in bunu istemesinin nedeni, annesinin onun boş gezen bir serseri olmadığını, yazdıklarından para kazandığını görmesini istemesidir.

Sait Faik’in bakkalı Orhan Tuncer’in anlattığına göre bir gün Sait Faik, bakkal dükkanına neşe içinde gelir. Orhan Bey, ondaki bu neşenin sebebini merak edip sorar. Sait Faik, Beyoğlu’ndaki dükkanlardan birine girmek istemiş, kapıcı onu “balıkçılar giremez” diye almamıştır. Sait Faik, balıkçıya benzetildiği için çok mutlu olmuştur. Normal şartlar altında bir yazarın böyle bir durumdan mutlu olması beklenemez ama Sait Faik kendini o kadar halktan biri gibi hisseder ki böyle bir durum onu mutlu etmeye yeter. Burgazada’da onu yakından tanımış Yılmaz Kaptan da röportajında, Sait Faik’in yazar olduğunu önceleri bilmediğini, sonradan öğrendiğini ifade eder ki bu durum aynı zamanda Sait Faik’in mütevazı kişiliği hakkında da ipuçları verir.

Ara Güler, Sait Faik’in en güzel anlarını fotoğraflamış  önemli bir figürdür Sait Faik’in hayatında. Sait Faik, Mark Twain ödülünü aldığında da fotoğrafını çekmesi için önce onun yanına gelmiştir. Sait Faik hastalığı sebebiyle hastaneye yatırıldığında yakın dostu Ara Güler ziyaretine gelir. Sait Faik onu  “Ulan geberiyorum diye resmimi çekmeye geldin di mi?” diye karşılar ki bu şaka bile onların aralarındaki derin dostluğu ve samimiyeti göstermeye yeter de artar bile.

Sait Faik, siroz sebebiyle bıraktığı içkiye hayatının son yıllarında tekrar başlar, bu da onun sonunu hazırlar. İçkiye başladıktan sonra altı ay yaşar usta hikayeci,  1954 yılında da hayata gözlerini yumar.  Onun “Çarşıya İnemem” adlı hikayesi, ömrünün son günlerinde yasaklar sebebiyle yaşadığı iç sıkıntısını öyle güzel anlatır ki…

“Ah bu yasaklar! Kendi kendimize, başkasının bize, bizim başkalarına, devletin tebaasına, tebaanın devletine, belediyenin hemşerisine, hemşerinin belediyeye koyduğu, koyacağı yasaklar!..

Yasaklarla çevrili bu dünyada yaşayamasak yasaksız yaşayamazdık. Halbuki hayvanlar, hele ehlileri yasaksız ne güzel yaşıyorlar. Hafif, cilve gibi, o da boğaaz derdinden olan zırıltılardan başka, gel keyfim, gel, yaşamıyorlar mı? Yasakları kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvandır da diyebiliriz. Mikroplar bile birer yasak değil mi? Aşklar yasaktır. Gün olur, sular, yemişler bile yasaktır.  İnsanlar birbirine yasaktır.

Canım çekiyor diye öpemem seni güzel çocuk! Canım çekiyor diye giremem sana deniz, göğsüm zayıftır; doktor yasağı. Canım çekiyor diye içemem, körkütük oluncaya, aklı boğuncaya kadar; karaciğer yasağı. Canım çekiyor diye bir vapura binip Haydarpaşa’ya, oradan tabana kuvvet Van’a kadar gidemem. Yollarda geberirim..

Sait Faik Belgeseli’ne emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. Belgeselden benim aynama yansıyanlar bunlar oldu. Benden hikayesi…

“BENDEN HİKAYESİ” BELGESELİNE EMEĞİ GEÇENLER:

Yönetmen ve senaryo yazarı: ONUR BARIŞ

Müzikler: ALİ OSMAN ÇINAR

Yapımcı: LEVENT CENGİZHAN

Görüntü Yönetmeni: HİKMET MERDAN

Sanat Yönetmeni: İBRAHİM CAN

Yönetmen Yardımcısı: MERVE AZADE BARIŞ

Ses Tasarımcısı: LEVENT AYDOĞAN

https://www.instagram.com/bendenhikayesifilm/

 

BURGAZADA SAİT FAİK MÜZESİ’Nİ ANLATTIĞIM YAZIMI OKUMAK İSTERSENİZ:

BURGAZADA VE SAİT FAİK MÜZESİ’NE DAİR BİR “GÜZELLİKLERİ KEŞİF” YAZISI

 

 

0

UNAMUNO VE SİS ROMANINA DAİR: “YALNIZLIK ÖMÜR BOYU”

“Sis”e inceleme yazmayı düşünmüyordum ancak bazı düşünceler sıcağı sıcağına kağıdın güvenli kollarına emanet edilmezlerse kısa bir süre sonra unutuluyorlar ve ben bu hissi hiç sevmiyorum. Bu yazı bir tür “kendime hatırlatmalar ve çağrışımlar yazısı” olacak baştan belirteyim.

“Sis”e dair ne söylenebilir? Açıkçası Unamuno’nun hayat hikayesi “Sis”ten daha enteresan geldi bana öncelikle onu ifade edeyim. Dik duruşu, hiçbir totaliter sistem karşısında hiçbir zaman boyun eğmemesi, hayatı boyunca doğru bildiğini savunması, bildiği yabancı diller, hatta sevdiği bir yazarı okumak için o yazarın dilini öğrenmesi hayran etti beni kendine.

(Detaylı okumak isteyenler şu yazıya bakabilir: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/348356/ispanya_ic_Savasinda_Bir_Rektorun_Direnisi__Miguel_de_Unamuno.html)

Romana dair neler söylenebilir dediğimizde ise…  Öncü bir roman olduğu, pek çok postmodern romanda görülen teknik özellikleri çok erken bir tarihte kullandığı, katmanlı bir yapısı olduğu, yazarın bu romanla “Aslında bütün edebi eserler bir kurgunun parçası, onları pek de ciddiye almayın, onlar yazarın zihninin oyunları, diyalog diye okuduklarınız da yazarın monologları.” dediği / demek istediği söylenebilir. Yazarın kitabının türüne “nivola” demesinden yola çıkarak kendi türünü oluşturma çabası içine girdiği, nivola’nın novela’dan farklı olarak  Unamuno’ya has bir tür olduğu, hatta Unamuno’nun romanına “nivola” adını vermesinin eleştirmenlerin eleştirilerinden kurtulma yöntemi olduğu da ifade edilebilir. Kitaptaki metinlerasılıktan söz edilebilir, hatta Unamuno’nun eserlerine göndermede bulunduğu isimler ve yazarlar tek tek tespit edilip buna dair bir çalışma yapılabilir. “Neden sis?” Sorusu sorulup sonra yazarın sis metaforu ardına neler gizlediği üzerine uzun uzun yazılabilir. Roman kahramanının bir -ya da birkaç kadının- peşinden koşmasından yola çıkarak romanın bir aşk romanı olarak ortaya çıktığı sonra başka bir şekle evrildiği ifade edilebilir. Romandaki her biri nev’i şahsına münhasır karakterlerin tek tek özellikleri çıkarılıp bu karakterler üzerine uzun yorumlar yazılabilir hatta felsefeci köpek Orfeus’un bile romana konulmasının bir anlamı olduğundan söz edilebilir bununla da yetinmeyip Orfeus isminin tercih nedenleri üzerinden bir isim sembolizasyonu çözümlemesi yapılabilir. Bu liste uzar gider…

İnsanın dünyaya gelme gayesi nedir? Neden kitap okuyoruz, herkesin gezip tozduğu bir güzel bahar gününde sıcak ve havasız bir salonda kendimizden geçercesine neden bir kitabı tartışıyoruz, bütün bunlar niye? Unamuno,  Danimarkalı filozof Kierkegaard’ı anlamak için Danca öğrenmiş bir yazar. Onu çok iyi anlıyorum zira ben de bir ara Aytmatov’u anlamak için Rusça öğrenmeye başlamıştım ve Unamuno kadar azimli çıkmasam da empati kurabilecek durumdayım. Kierkegaard’ın “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” kitabını okurken kitaptaki bir bölüm çok dikkat çekici gelmişti bana ve üzerinde uzun uzun düşünmüştüm. Sonra Sis’te de şu cümlelere rastlayınca bendeki taşlar yerine oturdu. Alıntıları arka arkaya paylaşacağım:

“Yalnızlık gereksinimi her zaman içimizde tinsel bir yan olduğunu kanıtlar ve bu tinselliği ölçmemizi sağlar. Kuşbeyinli insanlar sürüsü, birbirinden ayrılamayanların kalabalığı bu gereksinimi o kadar az hisseder ki, muhabbet kuşları gibi yalnız kaldıkları an ölürler; kendilerine şarkı mırıldanmadıkça uyumayan küçük çocuklara benzerler; onlara yemek, içmek, uyumak, dua etmek ve aşık olmak, vs. için gerekli toplumsallığı sağlayan şarkı nakaratlarına gereksinimleri vardır.” (Soren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, Doğu Batı Yayınları, çev: Mukadder Yakupoğlu,  s. 75)

“Hemen hemen hepimiz bilinçsizce sıkılıyoruz. Sıkıntı yaşamın temeli; oyunları, eğlenceleri, romanları ve aşkı bulan sıkıntıdır. Yaşamın sisi, tatlı bir sıkıntı, ekşimtırak bir likör damlatıyor. Bütün bu günlük ve anlamsız olaylar; vakit geçirdiğimiz, yaşamı uzattığımız bütün bu tatlı söyleşiler dünya tatlısı sıkıntıdan başka nedir ki?” (Unamuno, Sis, s.21)

Yani özetle her şey sıkıntıdan diyor Kierkegaard da Unamuno da. İnsanın bu hayatta ilk yüzleşmesi gereken konu yalnız olduğu gerçeğidir. Ne zaman bu hakikati kabullenir ve bu doğrultuda hareket edersek rahat ederiz. Ne zaman ki yalnızlığı bir külfet olarak değil de bir nimet olarak görmeye başlar bakış açımızı değiştiririz ve bu durumu eser yaratmak için bir fırsata dönüştürürüz işte o zaman hayatımız çok daha yaşanabilir hale gelir. Yalnızlığımızla yüzleşmek ve bu yalnızlıktan ve onun getirdiği can sıkıntısından kurtulmak yerine yalnızlığımızla barışmak kastettiğim.

Gece vakti bir kitabın zihnine doldurduklarını sıcağı sıcağı yazmanın mutluluğu, bir deniz kenarında tabiatın yeni yeni uyanmaya başladığı bir bahar gününde güneşin verdiği mutlulukla kanatlarını yıkayan martıları seyretmenin coşkusu, çimlerin arasında nasılsa açıvermiş mor bir gelinciğe rastlamanın çılgın sevinci, üç yapraklı yoncaların arasında dört yapraklı bir yoncaya rastladığında duyduğun o tarif edilemez hayranlık, demli bir çay, bol köpüklü bir Türk kahvesi, ruhu ruhuna eş bir yazar bulmanın keşfi… Yoksa şarkıda da dediği gibi yalnızlık ömür boyu…

 

0

EDITH WHARTON’IN “SIĞINAK” KİTABINA DAİR DÜŞÜNCELER

imagesBehçet Necatigil, “Kitaplarda Ölmek” adlı o şahane şiirinde “Adı, soyadı /Açılır parantez /Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti /Kapanır, parantez. /O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı /Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları. / Ya sayfa altında, ya da az ilerde /Eserleri, ne zaman basıldıkları /Kısa, uzun bir liste. Kitap adları /Can çekişen kuşlar gibi elinizde. /Parantezin içindeki çizgi /Ne varsa orda /Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci /Ne varsa orda. /O şimdi kitaplarda /Bir çizgilik yerde hapis, /Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki, /Öldürebilirsiniz.” der.

Edith Wharton’ın “Sığınak” adlı kitabını okuyup bitirdiğimde bu kadın yazarın biyografisini merak ettim ve incelemek üzere internete girdiğimde şu satırlara denk geldim:
“Edith Wharton (24 Ocak 1862 – 11 Ağustos 1937) Amerikan yazar ve moda tasarımcısı.
En fazla tanınan eseri “Masumiyet Çağı” (The Age of Innocence, 1920) adlı romanıdır, ve 1921 yılında Pulitzer Ödülünü kazanmıştır.
I. Dünya Savaşı esnasında Paris’te Kızıl Haç örgütü için yaptığı yardım çalışmalarından ötürü, Fransız Légion d’honneur nişanıyla ödüllendirilmiştir.
Paris’te iken Amerikalı ünlü gazeteci William Morton Fullerton büyük bir aşk yaşamıştır.
Eş: Edward Robbins Wharton (e. 1885–1913)
Aralarında Henry James, F Scott Fitzgerald, Jean Cocteau, Ernest Hemingway ve Theodore Roosevelt’in bulunduğu, çağının önemli ve etkili entelektüelleriyle olan arkadaşlığı da ayrıca dikkat çekicidir.
Bazı eserleri: “Ethan Frome”, “Yaz Bitince”, “Akşam Çayı”,”Aşkın Öteki Yüzü”,”İki Kız Kardeş”,”Mihenk Taşı”,”Sığınak”, “Her Kalp Kendi Bildiğini Okur”

Evet tam da Behçet Necatigil’in şiirinde dediği gibi değil mi? Edith Wharton’ın Amerikalı bir kadın yazar olduğunu, aldığı ödülleri, yaşadığı büyük aşkı, dostluklarını ve bazı eserlerini listeleyen kısa bir biyografi bize ne anlatabilir ki? O parantezin içinde büyük dostluklar, tutkuyla yaşanmış bir aşk, 28 yıl süren bir evlilik çok sayıda eser var ama Edith’in neler yaşadığı yok. Onun yaşadıkları eserlerinde. Biz de eserine dönelim o halde.

Bu kitaba inceleme yazmak gibi bir niyetim yoktu aslında. Ama güçlü karakter tahlilleri, ruh ikilemleri, hassas bir kadının ruhunun ömür boyu geçirdiği değişimleri 92 sayfada böyle güçlü bir şekilde anlatan bu kadın yazarı es geçmeye gönlüm elvermedi.  Kitabın önce ismi dikkatimi çekti, iyi bir yazar bu isme o kadar çok şey sığdırabilirdi ki… Arka kapak yazısını okuduğumda kitabı almaya karar vermiştim. Sonra kitaba dair bir yazı aradım, bulamadım, sitede de bir kişi tarafından okunduğunu fark edince okumaya bu kitaptan başlamaya karar verdim.

Önce kitabın dış görünüşüyle başlamak istiyorum: Helikopter Yayınları hakikaten çok özenli bir şekilde basıyor kitaplarını. Çeviri bir kitapta en fazla dikkat ettiğim şey kitabın dilidir. Bu kitabın hakikaten kusursuz bir dili var. Yazımın altına bıraktığım altı çizili satırlarımdan  da fark etmişsinizdir zaten. Yazar çok iyi belli ki, ama çevirmenler de şahane bir iş çıkarmışlar.
Kitabı okumadan evvel sığınak kelimesine neler sığdırılabileceği üzerine kafa yorduğumu söylemiştim. Öyle ya yaşam denen şu uzun ve çetrefil yolculukta neler sığınak olabilirdi ki bir insana? Ev, iş, aşk, çocuklar, dostlar, kitaplar, eğlenceler, yolculuklar… Listeyi uzatmak mümkün. Peki bu kitap neyi anlatıyor derseniz… Kitap Kate’in Denis Peyton’la evlenme sürecini, yaşadığı hayal kırıklığını ve sonrasında kendine sığınak bildiği oğlu Dick ile ilişkisini bolca iç çatışmalı ve psikolojik tahlilli bir şekilde anlatan kısacık ama aslında kocaman bir “uzun hikaye”. Kate’in ömrünü boşa yaşadığını düşünmesi, yaşadığı çatışmalar, ahlaklı olmak ile sevdikleri arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığında yaşadığı iç çelişkiler başarılı şekilde aksettirilmiş. Mesela şu satırlar Kate’in ömür boyu yaşadıklarını bir paragrafta sezdiriveriyor:

“Odaları teker teker amaçsızca dolaştı, ıssızlığa alışmaya çalıştı. Böylesi bir ıssızlığı çok önceleri, çoğu kadın yüreğinin dopdolu olduğu yıllarda tatmıştı; ama bu çok zaman önceydi, tam bir ıssızlık duygusu da değildi aslında, çünkü hala birilerinin o boşluğu dolduracağı umudu vardı. Oğlu doğmuştu, hayatı dolup taşmştı, ama sular yine çekilmişti ve o, heba olmuş yıllar önünde çıplak uzanırken bakakalmıştı yine. HEBA OLMUŞ YILLAR! İşte yüreğin o ölümcül gümbürtüsü, asla iyileşmeyecek olan bir felç. İnancı ve umudu, bataklığın onu vahşete çağıran ışıklarıydı, sevgisi kayan topraklara dikilmiş nafile bir anıt.” (s. 83)
Kate nelere mi sığınıyor? Önce nişanlısına /kocasına ardından da onda yaşadığı hayal kırıklığından sonra oğluna ve ardından da başka hayatlara, sanata, dostlarına ve iki yüzlü bir gülümsemenin rahatlatıcı konforuna, maskelere yani…
“Kendisinin de hayatın zoraki bir taklidi içinde konuştuğunu, gülümsediğini, yeni gelenlere elini uzattığını, gerçek Kate’in ise sahnenin arkasında trajediyi oynadığını unuttu.”( s.87)

Siz de ayıracak birkaç saatiniz varsa Edith Wharton’ın “Sığınak”ına bir şans verebilir ve kendi sığınaklarınızı düşünebilirsiniz bence. Herkese keyifli okumalar diliyorum.

ALTI ÇİZİLİ SATIRLARIM

“Kendisinin de hayatın zoraki bir taklidi içinde konuştuğunu, gülümsediğini, yeni gelenlere elini uzattığını, gerçek Kate’in ise sahnenin arkasında trajediyi oynadığını unuttu.”(S. 87 – Helikopter Yayınları, Çev:Ayşen Anadol, Taciser Belge, İstanbul 2017.)

” O gece bir zamanlar hayatının en korkunç gecesi gibi gelmişti Kate’e. Ama şimdi biliyordu ki bu insanı zenginleştiren bir ızdıraptıı, böyle tüketilen bir tutku küllerinden dört kat büyüyerek doğardı. Bu yeni nöbeti tek başına tutamayacaktı. Bu ıstıraptan kaçmalı, kendi hayatıyla yüz yüze gelme cesaretini bulabilmek için başka hayatlara sığınmalıydı.” (Sayfa 86)

“Gün, belleğinde amaçsız geçen saatler gibi yer etmişti; zamanın atalet duvarına toslayan çıkmaz sokakları.” (Sayfa 85)

“Başka bir zamanda onu güçlü bir duygu dalgası ile sürükleyip götürecek olan müzik şimdi onu düşüncelerinin adasına kapatmış, yarattığı yapay sükûnetle asla yatışmayacak korkularıyla yüz yüze kalmıştı.”(Sayfa 66)

“Hiçbir şeyi umursamadan yaşanan yoğun bir hayat, insanın et ve kemik gibi birbirine geçmiş sorulardan çoğu zaman uzaklaşmasını sağlıyordu.” (Sayfa 66)

“O ana kadar penceresiz bir sarayda büyüyen genç bir tutsak gibiydi, resimli duvarları gerçek dünya sanıyordu. Oysa saray temellerine kadar sarsılmıştı ve şimdi duvardaki bir yarıktan hayata bakıyordu.” (Sayfa 14)

“Zihninin perdesini tüm sevimsizliklere kapatmıştı.” (Sayfa 7)

” yazı masasında bir bardağa konmuş geç açmış menekşelerin kokusu; terasta dizili büyük saksılardaki gülkurusuna çalan mavimsi ortanca kümeleri, ara sıra bir yaprağın durgun havada süzülerek düşüşü, hepsi, her nasılsa, çevreye süzülen bir esenlik duygusuna karışıyordu, ama sanki hepsi bu esenlik yelinin bıraktığı bir tortudan başka bir şey değildi.” (Sayfa 6)

“Kate’in doğası en ince titreşimlere bile karşılık verirdi.”(Sayfa 5)