LONDRA İZLENİMLERİM

2015 yılının yaz tatilinde dil kursu için yaklaşık iki buçuk ay kadar Londra’da yaşadım. Orada kaldığım süre içinde edindiğim izlenimleri açtığım bir blogda sıcağı sıcağına yayımladım. Londra’dan dönünce o bloga bir daha yazı eklemedim. Şimdi  o notları yeniden düzenleyerek başlıklar halinde tekrar yayımlıyorum. Herkese keyifli okumalar:)

download

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Gitmek

İnsan başka bir şehre yahut ülkeye gittiğinde başkalaşıyor. Sıradanlık tozlarını üzerinden silkip atıyor, başka bir renge, kokuya bürünüyor adeta. Fakat unutmak öyle tatsız bir kader ki bir süre sonra fotoğraflar dışında bir şey kalmıyor yaşadıklarımızdan geriye. O fotoğraflar da çoğaldıkça azalıyor, sıradanlaşıyor, anlamını yitiriyor.

Hayat akıp giderken akıntıda sürüklenmemek için suyun tadını çıkarmak zorundayız. Yüzerek, dalarak, gökyüzündeki güneşi, bulutları fark ederek, etraftaki ağaçların çeşitlerini bilerek, çiçekleri tanıyarak yaşamak zorundayız, yoksa sürüklenir ve son noktada buluruz kendimizi. Hayatta yaşadığımız her ânı tatlı anılara dönüştürmenin yolu içimizde. Anahtarlar içimizde. Hayata merakla ve umutla bakmak içimizde. Biraz susup dinlenmek, dinlenirken dinlemek elimizde. Yazmak çoğalmanın, çoğaltmanın, zamanı hızlı akmaktan kurtarmanın yollarından biri bence. Bu herkese göre değişebilir elbette. Örneğin bir fotoğraf sanatçısı çektiği fotoğraflarla anlarını ebedileştirebilir, ya da bir müzisyen notalara dökebilir sayısız özel ânı ve anıyı. Ben yazmayı seçiyorum. Şu anda Londra’da yaşıyorum ve iki ay kadar daha bu şehirde yaşayacağım ve istiyorum ki bu şehirle ilgili gördüklerimi, yaşadıklarımı kendim için kaydedeyim. Yanlış anlaşılmasın, amacım “Londra’da ne yapılır? Nereleri görmelisiniz? Londra’da yapılması gerekenler listesi” filan gibi bir şey yapmak değil. Ben, beni hayrete sevk eden anlarımı yazmak arzusundayım. Bugüne kadar hiç blog yazmadım. Blog yazma fikrini bana burada edindiğim bir dostum önerdi. Daha doğrusu onun blogunu okuyunca ben de bir şeyler yazmaya karar verdim. Bu blog benim için sadece bir kayıt defteri. Çektiğim fotoğrafları, dikkatimi çeken noktaları paylaşmanın bir yolu aslında. Günlük de yazabilirdim elbette. Ama günümüzde paylaşmak daha da önem kazandı. Ben izlenimlerimi paylaşmak da istiyorum bir taraftan.

Aslında bu dünyada hiçbir yer varmak istediğimiz yer değil, hiç kimse aradığımız insan değil, her şey eksik her şey yarım, her şey sıradan yahut elde edildiğinde sıradanlaşıyor ya. Ben bir hiçten ibaretim aslında. Var olmanın sancısıyla kavrulan, oradan oraya savrulan bir hiçten. Belki yazarak hiçliğimi belgelerim kim bilir? Açıkçası ne yazacağımı ben bile bilmiyorum şu anda. Ama en azından Londra’da yaşadığım zamanları kayıt altına almak için bloguma düzenli olarak yazmaya, fotoğraf paylaşmaya gayret edeceğim. Dediğim gibi “hiçbir iddiam” yok. Yazdıklarım sıradan şeyler de olabilir, benim maksadım anlarımı yazının emin kanatlarına emanet etmek. Hani şu çok tekrar edilen bir söz var ya “Söz uçar yazı kalır” diye ben yazılarımın da uçmasını istiyorum ama uçarken kaybolmasınlar yazının emin kanatlarıyla dünyanın her tarafına ulaşsınlar. Hepimiz insanız ve hepimizin benzer duyarlılıkları, benzer duyguları var aslında. Bu hissi gittiğim her ülkede bir kez daha yaşıyorum. İşte amacım da gördüklerimi tam da bu niyetle kağıda dökmek.  Öyleyse başlayabiliriz.

 30 Temmuz 2015 Perşembe

İlk izlenimlerim

Bugün ilk izlenimlerimle başlamak istiyorum. Dil kursu için İngiltere’ye gidiyorsunuz, yüklü miktarda parayı gözden çıkarmışsınız, ama buna rağmen İngiltere vize için kılı kırk yarıyor, ister istemez beklentiniz yükseliyor. Bir de onca yıl Avrupa şehirleriyle ilgili anlatılan efsaneler var: Sokaklar öyle temizdir ki küçücük bir çöp parçası bile bulamazsınız. Asfaltlar pürüzsüzdür, hatta halk arasında asfaltı Avrupalıların icat ettiği bizim de “asfalt yamamayı icat ettiğimiz” yönünde söylentiler de mevcut. Bütün bunları duya duya bu yaşa gelmişsiniz ve ister istemez kafanızdaki Avrupa imajına yakın bir şehir bekliyorsunuz. Bence Londra’ya gelirken tüm beklentilerinizi -eğer hayal kırıklığı yaşamak istemiyorsanız- bir kenara bırakın ve en baştan Londra’nın farklı bir Avrupa şehri olduğunu kabullenin. Zira Londra ne öyle tertemiz sokaklara ne de öyle anlatıldığı gibi pürüzsüz asfalt yollara sahip. Asfaltlarda -bizde olduğu gibi- bol miktarda “yama” mevcut. Sokaklar bizim sokaklarımız gibi. Yani netice itibariyle ilk görüşte yabancılık çekmiyorsunuz, komplekse filan da kapılmıyorsunuz, yok “Avrupalılar ne kadar da temizler biz niye bu kadar pisiz.” filan gibi laflar da etmiyorsunuz.

Sonraa, İngilizler eski seviyorlar. Yeni binalar bile eski görünümlü. Ama en takdir edilecek yönleri bence şehir planlamaları. Sokaklarda aykırı görüntü arz eden tek bir bina bile yok. Binalar birbiriyle uyum içinde. Eskiyi çok güzel koruyorlar ve değerlerine sonuna kadar sahip çıkıyorlar. Öyle bizim gibi tarihi kalıntıların üzerine bir çatı ekleyip dükkâna filan dönüştürmüyorlar. Güzelim ahşap evleri yakıp otopark filan da yapmıyorlar. Seviyorlar, koruyorlar, sahip çıkıyorlar. Örnek almamız gereken bir hususiyet vesselam.

ingiltere 1

Eski ile yeninin muhteşem uyumu…

Ulaşım

Madem ilk izlenimlerden bahsediyoruz biraz da şehrin o efsanevî metro ağından da bahsedelim. Burada şehir zone’lara ayrılmış durumda ve müthiş bir ulaşım ağı var. Çok detaya girip sıkıcı olmak istemiyorum, ama kısaca şöyle ifade edeyim: Şehrin hangi bölgesine ulaşmak isterseniz isteyin muhakkak oraya giden bir ulaşım aracı bulabiliyorsunuz. Raylı sistem tüm şehri ağ gibi sarmış durumda. Bunun yanı sıra  Londra’nın simgesi olan kırmızı otobüsler  şehrin her yanına rahatlıkla ulaşmanızı sağlıyor. Ve ekstra bir bilgi: Londra’da kaybolmanız neredeyse imkansız. Birkaç gün içinde “city mapper” adlı uygulamanın da yardımıyla  ulaşım sisteminin tüm mantığını çözüp nereye isterseniz oraya tek başınıza gidebilecek olgunluğa erişebiliyorsunuz. Her taraf sizi bilgilendiren tabelalarla dolu. Sonra görevliler inanılmaz derecede nazikler, ne kadar kötü İngilizce konuşursanız konuşun sizi sabırla sonuna kadar dinleyip ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Dedim ya, kaybolmanız imkansız.

ingiltere 2

Kozmopolit bir Avrupa Şehri

Vee şimdi de bu şehirde beni en fazla etkileyen konuya gelmek istiyorum: Londra belki de dünyanın en kozmopolit şehirlerinden biri. Yaz döneminde dil kursu için gelen yabancıları da işin içine dahil edersek “72 milletten insan burada yaşıyor.” gibi bir tespit yapabilirsiniz rahatlıkla.  “Peki bu 72 millet kaosa sebep olmuyor mu? İnsanlar trafikte birbirlerine girmiyorlar mı? Toplu taşıma araçlarında saç saça baş başa kavga etmiyorlar mı? Birbirlerini itip kakmıyorlar mı?” “Hayır efendim.” Buraya geldim geleli -her gün metroyu kullanıyorum- bir kez bile insanların birbirlerine karşı yüksek sesle konuştuklarına şahit olmadım. En ufak bir saygısızlık görmedim. Evet, sabahları metro ağzına kadar dolu, hatta kapılar açıldığında dışarıda ufak çapta bir kuyruk oluyor fakat ilginç olan şu ki herkes büyük bir sabırla önce inmek isteyenlerin inmesini bekliyor, ardından da metronun alabileceği kadar kişi içeri giriyor ve kapılar kapanıyor. Bu benim gibi İstanbul’da her gün metrobüs ve tramvayı kullanan, her gün ufak çapta itiş kakışlara, kavgalara, ağız dalaşlarına şahit olan, hatta bunları hayatın rutini olarak kabul eden biri için şaşılacak ve çok takdir edilecek bir durum ve bunu da bilhassa paylaşmak istedim. Bugünlük izlenimlerim bu kadar. Daha yazılacak çok şey var.

Ağustos 2015

Londra’nın Kütüphaneleri

“Mış gibi yapmak”la “gerçekten yapmak” arasında dağlar kadar fark var. Londra’nın kütüphanelerini ve bu kütüphanelerin işlevselliğini görünce aklımdan yukarıdaki cümle geçiyor hep. Şehrin her tarafına yayılmış halk kütüphaneleri, bilhassa çocukların ilgisini çekebilecek aktivite ve kitaplarla dolu. Kütüphaneye üye olduktan sonra ödünç kitap ya da dvd alabiliyorsunuz.  Bu şehrin kütüphaneleri ölü değil, her an yaşıyor, hep canlı ve cazibe merkezi konumunda.

British Library,  Londra’nın merkezinde, çok zengin bir yayın kolleksiyonuna sahip, muazzam bir kütüphane. Üyelik sistemiyle akademik çalışma yapanlara  özel imkanlar tanıyan kütüphanenin kapıları herkese açık. British Library’nin  en ilgi çekici tarafı ise okuma salonları dışında son derece rahat bir ortama sahip olması. Çalışma masalarında bir taraftan yemeğini yiyip bir taraftan çayını, kahvesini yudumlayan çok sayıda kütüphane üyesi görebiliyorsunuz. Kütüphane -bizdeki gibi- sadece araştırma ödevleri olunca ya da sınav dönemlerinde gidilen bir mekân değil. Her yaş grubundan, her türlü sosyal sınıftan, ırktan, renkten, milletten çeşit çeşit insan her gün kütüphaneye akın ediyor adeta. Bizde durum nasıl? İsam, kısmen rahat bir kütüphane olsa da ne yazık ki British Library ile yarışacak durumda değil. İstanbul gibi bir şehir British Library gibi bir kütüphaneyi hak etmiyor mu? Elbette hak ediyor, ama ne zaman ve nasıl?

6

British Library’nin dışardan görünüşü.

5

9

Okuma salonlarının dışındaki masalarda çay, kahve hatta yiyecekleriyle birlikte çalışan ve kitap okuyan üyeler.

2 Ağustos 2015 Pazar

Ne içindeyim şehrin, ne de büsbütün dışında / Londra’nın Parkları

Hani Tanpınar diyor ya “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında.” Londra’yı daha yakından tanıdıkça şehrin orta yerine yerleştirilmiş kocaman parkları, piknik alanlarını görünce bu mısraları başlıkta olduğu gibi değiştirmemek elde değil.

St James Park, ünlü Hyde Park’a komşu, olağanüstü güzellikte kocaman bir park. İşin ilginç tarafı ise bu parkın şehrin tam merkezinde olması. Parkın kapısından girer girmez şehrin keşmekeşinden, yoğunluğundan kopuveriyorsunuz, muhteşem bir duygu sizi sarıveriyor. St James Park da hâkezâ şehir merkezinde yer alan, metroya bir iki dakika mesafedeki kocaman parklardan sadece biri. Nehirde yüzen ördekler, yolunuza çıkıveren sincaplar, mis gibi çim kokusu, renk renk çiçekler büyüleyici.

11

St James’ Park. Böyle bir evim olsun istiyorum:)

Londra halkı parka gitmeyi seviyor, fakat ilginçtir görebildiğim kadarıyla hiç uyarı tabelası olmamasına rağmen mangal yakan kimse yok. Bu parklar bizde olsa herhalde mangalsız piknik yapmazdık diye de içimden geçirmeden edemiyorum. Herkes evinden getirdiği yiyeceği parkta yiyip -eğer güneş yüzünü gösterirse- çimlere seriliyor.  Kimsede “Aman gölge bir yer bulalım. Yok güneş dönünce yanmayalım.” telaşı yok:) tam tersi herkes güneş gören yerleri tercih ediyor.

14

Regent’s Park

12

Regent’s Park’ın ördekleri. Çok samimiler bu arada:) Sık sık göz göze geldik:)

“Londra İzlenimlerim” burada sona erdi. Bu yazıları benim için değerli kılan, anlık izlenimlerin sonucunda ve tamamen kendi bakış açımdan yazılmış olmaları. Belki bu sebeple yeniden paylaşmak istedim.  Umarım sizler de keyifle okumuşsunuzdur. Bu yazıyı sonuna kadar okuyan herkese şimdiden teşekkürler…

 

Yorum bırakın